23 Mart 2018 Cuma

İlik

Hava iliklerime işliyor. Bir yolculuk bu havanın ki ve iliklerimde son buluyor. Ne üzücü hava için,  yolculuk bitirecek onca yer varken beni seçiyor, benim iliğimi. Mevcut derecesinde soğutuyor ve ortamın rengi değişiyor yavaş hızlı. Zor zamanlar için sakladığım tüm yağlar donuyor. Bıçakla kazımak gerek, bıçağı bulamıyorum. Üzerime toprak atıyorlar ama ağırlıktan ısınamıyorum. Kalkıyorum atılan toprağın altından, tek tek bakıyorum yüzlerine, tanıyamıyorum. Beş paralık ceketimi görüyorum yeşil ve iri. Üzerime alıyorum, sadece anısı ısıtmaya yetecek, yürüyorum.Yetişmem gerek, saate bakıyorum, çocukların bahçede olduğu zamandayım, koşayım diyorum ama ceket ağır geliyor. Atamıyorum, onu bıraktığımı anlamasın diye yavaşça bırakıyorum, söz veriyorum, tekrar geleceğim deyip ayrılıyorum. Ayrılmak zor, son kez dokunuyorum, tekrar yolu bulamayabilirim. Verilen sözü ve ceketi orada bırakıyorum. Saate bakıyorum, iki yıl geçmiş. Çocuklar hala bahçede midir? Şimdi daha kolay, koşuyorum. Taşıdığım tek şey bedenim ve bıçakla sıyıramadığım yağlar. Zihnimdekiler yelken oluyor, havalanıyorum. Bir köprü gördüm. Altında cılız bir su akıntısı. Sudan yürümeyi tercih ediyorum. Ayaklarım taşlara değiyor. Başım köprüye değmedi. Başka insanlar görüyorum, yelkenleri benimkinden küçük ama ilerliyorlar. Kimse görmüyor beni, ben de görmedim kimseyi. Bir yerinden geçiyorum akıntının, cılız ama soğuk bir yerinden, ayaklarıma batıyor, aldırmıyorum. Bir keresinde bir rüyada kırık camların üzerinde yürümüştüm, ya o rüya değildi ya bu rüya. Gerçeklik kavrama noktasının üzerine çıkıyor, daha çok açıyorum altını. Kıyısına vardım suyun, uzakta minik minik kubbeler görüyorum, evlerin kırmızı kiremitlerini. Yaklaştıkça ben, daha da küçülüyorlar. Sıcaktan tüylerim diken diken oluyor. Güneş yanımda. Gözlerimi kısıyorum ama netleşmiyor hiç bir şey. Aylar sonra bir evin çatısına varabiliyorum. Aşağısı bulanık ama görebiliyorum. Gözlerim olabildiğine açık. Saate bakıyorum, çocuklar hala bahçede olmalı. Parmaklarım ince ve narin spirallere dönüşüyor. Yukarı doğru atlıyorum. On adet spiralin gergin gücüyle bulunduğum yerin çok ötesine düşüyorum. Düştüğüm yer gördüğüm yerden farklı. Doğruluyorum ve ayaklarım tarafından sürükleniyorum. Saatte bir kilometre hızla koşuyoruz. Başım dönüyor. Ne zaman sonra görüyorum, tırnaklarım da hala toprak var. İçeri doğru sızıyorlar. Bırakıyorum. Biraz daha, biraz daha, biraz daha ve biraz. Kan ter içinde kalıp soluklanıyorum. Hala nefes alabiliyorken alıyorum. Saate erişiyor gözüm. Çok vakit yok. İliklerimdeki hava kendini hatırlatıyor. Ne bıçak bulabildim ne varabildim bahçeye. Tekrar, tekrar, tekrar. Bu defa bir yol, çizgileri silinmiş. İçleri boşalmış arabalar var her yerde. Tenekeler sesimi duymasın diye nefes almayı kesiyorum. Sonuna geldiğim yolun ötesinde bir bahçe görüyorum. İçinde çocuk arıyorum. Saate bakıyorum. Çocukların bahçede olduğu zaman. Yarım yıl sonra bahçeye varıyorum. Bahçede tek bir çocuk. Yanına gidiyorum, elinde beş paralık ceket, yeşil ve iri. Giyiyorum, tuttuğum nefes içindeymiş, tekrar başlıyor göğsüm hareketine. Çocukla oturuyoruz. Karşıya bakıyoruz, içi boşalmış kuşlar havalanıyor. Hiç sesimi çıkarmıyorum. Çocuk gidiyor. Bahçedeyim. Bahçede olduğum zamandayım.

11 Temmuz 2017 Salı

Bu arada

Son yazımdan bu yana ne kadar geçti bilemedim. Oturup hesaplamak da istemedim aslında.  "Ne önemi var" deyip yatıştırdım sesleri ve klimalı bir odanın köşe masasında başladım yazmaya, tam şuan şu dakika. Zira, baksaydım zamanına "işte bu kadar zamandır yazmamış ve o süreçte de bir şey yapmamışsın Müge hanım" diyecekti sesler. İstemedim onları duymak. Gerçi, şimdi ben bunu yazınca yine demiş olabilirim, ama olsun, bu yine de bir savunma seslere karşı. Onları tanıyorum.

Bu arada, ah güzel kız! Sana haksızlık da yapamıyorum ki, kayıtlara bakınca gördüm , yazıp yazıp yarım bıraktığım bir sürü de yazı olmuş. Onları, yarım kalanlar kategorisinden paylaşmayı düşünüyorum. Bekleyin, arzu ederseniz.

Naptım ben? diye yazıyor insan. Naptın konuş! Ben biliyorum da yine de yazayım bilen okumak ister bilmeyen merak ediyordur, bu aralıkta neler oldu?

Bir yıl altı ay geçti İzmir'e geleli. O tarihten bu yana çalışıyorum. İşimi sevdim ama 9 - 5.30 nöbetleri sarsıyor hala. Şimdilik seyrinde bir iş hayatım var.

Bu arada eve çıktım. İlk kez bir evi baştan başa ben tutup yerleştirdim. Ayrıca keyifli bir süreçti. Büyümüş hissettim.

Geldim geleli de bir çocuğa tutuldum İzmir'de. Ankara'dan bir arkadaş olarak gelip yerleşiverdim gönlüne de şehre de. Ve aslında biraz da böyle daha çok sevdim buraları. Gün geçtikçe, çocuğun gönlünde iyice pambuk oldum. Yumuşacık seviyorum, seviliyorum. Aşk hali çok güzel, portakal kabuğu reçeli gibi narenciye kokuyor ve ağzımda şekerli bir portakal tadı ekmeğe de sürülebilen. Bu aşık olma hali aklıma çoğu kez Ah Nerede filmindeki sahneyi getiriyor. Konuyla ilgili bulduğumdan paylaşıyorum :)

     Huriye (Adile Naşit), sözde elektrikçi Ferit'e (Tarık Akan) aşık olur. Huriye'nin abisi Ferit'i evde yakalar ve bunu namus meselesi haline getirir. Nikah kıymaları için zorlar. Huriye ve Ferit Nikah salonuna giderler ve nikah memuru sorar:
   
     -Siz, Hasan kızı Huriye Kaya hanım, Selim oğlu Ferit'i kocalığa kabul ediyor musunuz?
   
      Huriye Şöyle der:
      - Nasıl etmem memur bey, sevişiyoruz.


Ezcümle ben de çok seviyorum Huriye Abla :)

Huriye'yi Ferit ile nikah salonunda bırakayım,  bu aralar bir de gezdim. Geçtiğimiz yıl Eylül ayında Ukrayna'ya gittik. Ben, sevdiğim çocuk bir de pek sevdiğimiz iki arkadaşımız. Sonra hız kaybetmeden yılbaşını Gürcistan'da geçirdik. Sonra aman dedik ara soğumasın, ben, sevdiğim çocuk bir de sevdiğim çocuğun kardeşi bir daha Ukrayna'ya gittik. Aslında her biriyle ilgili gezi yazısı da yazmak istemiştim ama bir kaldırıp elimi yazamadım. Neyse bu hevesle belki onlar da gelir.

Ben İzmir'e taşındıktan bir süre sonra da Sonia İzmir'e geldi. Tesadüfler gezegeninin kollarına yumuşakça düştük ve birlikte yaşamaya başladık. Sonia benim Romanya'da yaşadığım dönemden arkadaşım, aynı projede çalıştık, aynı evde yaşadık sonra yine bir araya geldik sürpriz bir şekilde. Ne de güzel oldu, ne şanslıymışım. Gerçi bu aralar yumuşak tarafım bu mevzu, hafta gidiyor artık , ikimiz de evin faklı köşelerinde ağlaşıyoruz birbirimizi üzmeyelim diye. Başka bir ülkede kardeşim varmış meğer bilmiyordum diyorum. Gitmelerin en güzel yanı bu.. Ne varsa bilmediğim karşılaştım en güzelleriyle.

Bu aralarda bir de İspanyolca öğrendim. Hablo espanol un poco (Biraz ispanyolca konuşurum) deyip günlük sohbet edebiliyorum :) Dil duvarım biraz geç de olsa yıkılmış hissediyorum. Romanya'ya gittiğimde İngilizce konuşamadığım, anlamadığım için ağladığımı hatırlarım. Sonra ne olduysa yıllardır bağlıymış dilimin ipi de sökülmüş, tutamıyorum şuan. Şimdi hangi dile başlasam konuşurum, anlarım, şiir bile yazarım gibi geliyor. (abartılmış içerik :)

Bu ara bu ara deyip duruyorum ama çok şey hep bir ara oldu ve süregeldi. Bu yüzden, bir ara da seramik kursuna gittim.  Neler oluyor içeride deyip merak ettim. Kursa gitmekle kalmadım biraz da kimya çalıştım. Toprağın şekil alıp 1000 derecelerde nasıl yandığını gördüm şekline. Seramiğin pişmesinde, dönüşmesinde tasavvufi bir şeyler buldum. Elinin bıraktığına yanıyor, sırra bürünüyor aydınlatıyor, soğuyor renkleniyor, merkezinden deliniyor ki çatlamasın, etrafında dönüyor ateş. Onunla birlikte piştiğim zamanlar oldu. Velhasıl iyi ki gitmişim. Şimdilerde kursa ara verdim ama evde bir masa yarattım kendime ara ara çalışıyorum.

Bu ara bir ara bir şeyler olurken, aklım da her zaman olduğu gibi ulaşamadığım yerlerde. İspanyollar buna estas en las nubes (bulutların üstünde olmak) diyor, ben de bulutlara bakıp geleceğim diyorum. İkisi çok farklı değil mi? Projeler, işler eğitimler, sürekli başka ülkelerde şehirlerde aklım. Satürn'de proje var gider misin deseler gideceğim. Aklınızda olsun sizin de diye çaktırmadan iliştirdim buraya :)

Bu yazı da yarım kalanlar arasına katılsın istemediğimden, aceleden yazılmış, yaz tatilinden dönen çocuğun tatil kompozisyonu gibi oldu :) Ama ben yine de nihayete erdirip paylaşmak istiyorum.

İşte öğretmenim, bir yaz tatili de böyle neşe içinde geçti. Sizi çok özledim.


Esen kalın,
M.














15 Şubat 2017 Çarşamba

My uncontrolled feeling



as if i look at too kind of sky
when i saw to the colors of them
all the colors jumping on me
i am blue, i am red and i am which color you see on me
sometimes i am on the head of match
sometimes i am at the end of bench in the park
from time to time on the back of an ant
you burn me with single action
you view the landscape from me
you feed me with the pieces of bread
firstly my colors are on fire
then i give them to the landscape
finally i come to myself again on the back of an ant
i would like to say while you think an ant
whatever there is between us
it comes from up and we should care on that
it means that to each other
one day you ll realize too
blues, greens, reds are going to jump on you
just look up.

Sometimes my feeling coming in another language which is not my native, although my English is not perfect. I don't know why and actually i don't want to know. Maybe is easy to express my self from that way. I am not interested in this. Something is coming and i just want to open their way.

This is my first english poem. It is funny also when i wrote " this is my first english poem." :) just read and if it doesn't meaning anything for you  be quiet :)

I wrote nothing for a long time. I was about to write but they did not finish. I wish that something will come from my side at the right time. Now i am on the time , i think :)

I don't want to check my words my lines, you can find wrong words, sentences etc. all of them mine and accept everysingle my wrongs.

I am at the end of my write and my poem as you can understand :) maybe i ll start to new one i don't know when.  i keep on my walk.

take care on your colors.
M.

never without song . But sorry even if everything is on the other language which is not native, Zeki Müren is everywhere :)








25 Ocak 2016 Pazartesi

Göğe Sığamayanlar

Yıllardan bir yıl, aylardan bir ay, günlerden bir gün, saatlerden bir saat gökyüzünün mavisinde, karıncalar yuvalarında, ayılar uykularındayken Bulut, Güneş, Yağmur, Kar ve Şimşek bahçedeki büyük masaya oturup yemeklerini yemeye başlamışlar. Bunu her yıl bir kez yaparlar, gökyüzündeki durumları değerlendirirlermiş. Hangi gün hangisi kendini göstermiş, hangisi çok yorulmuş, hangisinin neye ihtiyacı olmuş bunları tartışırlarmış.

Kısa bir atıştırmadan sonra başlamışlar sohbete. Yağmur demiş ki ben bu yıl hiç yağamadım. Bana sıra gelmedi güneşten. Şimşek demiş ki ben de hiç çakamadım kardan bana fırsat gelmedi. Güneş, Yağmur'un dediği gibi değil ben de hiç açamadım, bulut yer vermedi demiş. Gökyüzünün daha iyi bir duruma gelmesi için başlayan toplantı bir anda gerçek bir tartışma ortamına dönmüş. Her biri yıl boyunca gökyüzünde en çok kalan olmak istiyormuş. Bu yüzden ortak bir noktaya varmak bir yana gökyüzünü çok boş bıraktıkları için de zaman daralıyormuş.

Bir anda yüzde yüze ulaşan ve o ana kadar hiç söz almayan Bulut lafa karışmış. “Sakin olun arkadaşlar aklıma bir fikir geldi. Kime daha çok ihtiyaç varsa o dursun göklerde. Bu yüzden yerden, bizimle yaşayan canları çağıralım onlara soralım.” Kısa bir uğultudan sonra herkes onaylamış. Bulut inmiş yere canları almaya ve bir insan, bir hayvan, bir ağaç ve bir avuç toprağı çıkarmış göklere.

Masaya toplanmış bu defa hepsi. Önce insana sormuşlar: “kimi daha çok sever, kime daha çok ihtiyaç duyar insanoğlu? “ İnsan demiş:  “Mevsimler var yerde. Yaz ise güneşi bazen yağmuru, kış ise karı, bulutu, şimşeği; baharda yine yağmuru güneşi isteriz biz. Bu yüzden hepiniz önemlisiniz bizim için. Diyemem ki birinize sensiz de oluruz biz.”

Sonra hayvanları temsilen eşek gelmiş. Eşeğe sormuşlar aynısını. Eşek de demiş ki “olmaz öyle şey, kulaklarım kadar severim ben hepinizi, ona ihtiyaç duyduğum kadar ihtiyacım var hepinize. Bu değişmez de karıncaya, kurda, kuşa göre.”

Sonra ağaçları temsilen Zeytin gelmiş. O da dememiş farklı bir şey diğerlerinden. Eklemiş sadece: “köklerim de yapraklarım da meyvelerim de çok sever hepinizi.”

Sonuncuya gelmişler, bir avuç toprak söz almış, hem kendi hem de içinde yaşayan küçük böcekler için. “olmaz demiş! Bu toprak hepinize alıştı artık. Her birinizi sırayla görmek isterim ben, içimdeki böcekler de.”

Herkes böyle konuşunca karar verememiş göğün üyeleri. O sırada bozmuş sessizliği eşek, söz hakkı istemiş.

“En iyisi size günleri, mevsimleri paylaştıralım:

Güneş, sen dört mevsim de ol ama bazen yak bazen ılıt. Yağmur, sen kışları daha çok ol ama baharları da gel. Bulut, sen yağmurdan ayırma gözünü, o yağacak gibi oldu mu sen gir devreye önce. Kar, sen kara kışta gel beyazlat her yeri. Ve sen şimşek, sen doğa ne zaman sesini duyurmak isterse o vakit çık ve bağır yerlere.” demiş.

Anlaşmışlar. Görmüşler ki her birine ayrı ayrı ihtiyacı var yerin ve yerdekilerin. Sarılmışlar birbirlerine. Sarılırken karla güneş, kar erimiş sıcaktan; güneş de ıslanmış yağmurdan ama engel olmamış birbirlerini sevmelerine. Ve sonra herkes köşesine çekilmiş sessizce…

İşte sen yerdeki çocuk, adam ve kadın! Gökyüzünden ne gelirse sev onu. Sarıl sıkı sıkı güneşe ve yağmurun seni ıslatmasından korkma. Şimşek gökyüzü ve doğanın sesi, onu dinlemeyi ihmal etme. Kar yağarsa kışları, göz kırp her bir taneye. Soran olursa da bulutu, yağmura olan aşkını anlatıver herkese.

Masal bitti.
:)
M.








Bi çay koy da içelim Necla!

Bazen boş boş otururken ben salonda, bazen babam da televizyon seyrediyor olur. Annem de yanımızdaysa bulmaca çözüyordur yüzde doksan dokuz ihtimalle. Herkesin sessizce bir şeylerle uğraştığı böyle anlar çok mutlu eder beni. Bilirim çünkü, ilerde paha biçemeyeceğim anlar bohçasında alacak yerini.  Evet işte böyle bir tablo var benim kafamda, hiç unutamayacağım. Ve yine böyle anlarda babam şıp diye sorular soruverir bazen (çok severim ben bazenleri).  Sorular fırından yeni çıkmışçasına sıcak, mayası gelmiş ekmekler kadar kabarık, yeni çözülmüş bir havuz problemi kadar derin olabilir. Ya düşündürür ya sordurur ya sevdirir ya da bir şeyler yapar işte, kurcalar. Çok küçükken ben, biraz ürkerdim bu sorulardan ama artık hoşuma gidiyor. Babamın benimle ilgileniyor olmasından mı yoksa soruların bendeki yankısından mı bilmem, iyi geliyor. Bu sorular yeni nesil takdir sorularından farklı oluyor ama olsun bunlar da baba soruları, takdiri sonradan gelen sorular.

Bugün de, bunları yazmama vesile olan bir soru geldi Ahmet agadan. Durupdururduk öylece, yukarda giriş bölümünde çizdiğim tablonun içindeydik. Bir an ismimi duydum ve kafamı kaldırdım, “Ne yapıyosun orada? Senin keşkelerin var mı?” dedi.

Opppaaa !

Sanki ben de bu soruyu bekliyormuşum gibi hemen “yoo” deyiverdim. “Nasıl yani?” diye devamı geldi ve örneklemeler başladı “mesela, hani bi çocukla birlikteydin o zaman, o bence bir hataydı senin için, keşke olmasaydı demiyor musun?”

Birkaç dakika sessizlik… Gerçekten o an kalbime indim ve bir ses aradım keşke diyen, baktım bakındım… Ama kısa süreli bu kalp kazısına rağmen bir parça bile bulamadım içerimde, beni pişmanlıklara, keşkelere boğan. Hatta yaşadıklarımın fazlası var da eksiği yokmuş gibi hissettim. Keşkelerimin hepsi  sadece yaşadığım her an’a tekrar dönmekle ilgiliydi. Olan her şeyde bir hayır gören ruhum böyle böyle meyve veriyordu galiba. Kapıldığım umutsuzluklarda, yaşadığım kötü anlarda, ağladığım günlerde, hasretli günlerimde, başarısız işlerimde, hüsranlarımda bile hep bir hayır gördüm. Hayatıma giren herkesin beni bir yerden bi yere taşıdığına inandım. Dedim ki vardır bir sebebi böyle olduysa. Dedim ki demek başka bir kapı göreceksin kıyıda. Dedim ki o zaman daha çok yüzeceksin Müge, dedim ki eğlen Müge, tadını çıkar tatlım. Böyle böyle yirmi yedi yıl geçirmişim işte bu gezegende, keşkesiz, olabildiğince varsayımsız ve aniden gelen bir soruya “yooo” diyebilecek gibi… Bir soğuk pazar gününde bu tatlı sorucuk bir kez daha şükrettirdi bana. Hayatıma şöyle tırnağının ucuyla bile dokunmuş bütün canlara ciğerden sarıldım.

Sonra, babamın bakışlarında gördüklerime karşılık “Pollyanna olduğumu düşünüyorsun değil mi?” deyiverdim. “Evet, hayatı ti’ye alıyorsun.” dedi. “Yarın ölecekmişim gibi babacım” dedim. Buna benzer cümlelerle birkaç diyalog daha ilerledik ve bitti.

Meğer bitmemiş…

Dakikalar sonra ben de rahat duramadım ve soruverdim “ peki senin ‘iyikilerin’ ne?”

Keşkelerden bir anda iyikilere gelmiştik. Sonra saydı kendi iyikilerini. Aklına gelen keşkeleri tutamadı yer yer, ama olsun ufak bir soruyla akışa yeşillik serper gibi oldum.

Sonra akşam oldu yemek yedik. “Necla bi çay koy da içelim.” dedi babam.
Annem mutfağa gitti.

Hayat çok güzelmiş meğersem. Çay da demini alıyor...

İşte şimdi tam da bu yüzden sıradaki çayımı hayatıma giren insanlara, aldığım kararlara, kaçırdığım fırsatlara, yürüdüğüm yollara, benim için yanlış denen adama, aşık olduklarıma ve olacaklarıma, eşeklere, bahçeli ev hayalime, biriktirdiğim tohumlara, okuduğum masallara selam ederek içiyorum.


Esen kalın, çay için...
M.

Her anımı yaşadıkça sevesim var diyor.. o zaman dinleyelim <3




8 Ocak 2016 Cuma

ŞAVAY! Tersten okumayın.

Geçen haftalarda durupdururken analog fotoğraf makinelerine merak sardım. Zaten benim ayran gönlüm aniden merak salar bir şeylere. Neyse evde öylece duran Zenit'le tanıştım önce. İnternetten ikinci el upucuz iki makine daha aldım. Onlara bir de güzel film taktım. Şu aralar çalıştığım için çok kullanamıyorum ama sürekli yanımdalar. İzinli olduğum günlerde onlarla dolaşıyorum.

Ama bu kadar kısa süredir benimle olmalarına rağmen, farkettim ki bu arkadaşlar beni yavaşlatıyor. Çektiğim fotoğrafa iki saniye sonra bakmıyor olmak, o an'da kalıp o an'ı kaydetip sonra tekrar an'a döndüğümü farkettirdi bu arkadaşlar bana. Ve bu yavaşlamayla ruhuma aynı pazarda marullara su atılır gibi su serpildi. Üç beş haftadır hızlandığımı ve içimdeki suyun devirdaim yapmadığını hissediyordum. Şimdi marullarım canlandı.

Bu yavaşlamak hızlanmakla ilgili önceden de münakaşalarım olmuştu haddi zatında. Kütüphanede çalışırken iki üç yıl önce, canım Pınar'a şöyle dediğim günler oluyordu: "Yaaaa Pınar hiç bir şeye yetişemiyorum, her şeyi yapmak istiyorum, daha az uyumak daha çok şey yapmak istiyorum ama olmuyor. Keşke bir günüm 30 saat falan olsaydı. " (Bunu derken bile hızlandım bak şimdi.) Sonra işten ayrılıp bütün zamanın söz hakkını alınca üzerime çok daha güzel oldu tabii her şey. Üzerine bir de yurt dışı... Oooooo sanki günler elli saat, saatler yüz dakka oldu. Zaman gerim gerim geriliyordu yanı başımda rahatlıktan. Haaaa rahatladım da daha çok şey mi yaptım, hayır. Ama istediğim şeyi istediğim zaman yapmanın yımışacık kollarına attım kendimi. Ve bir de şunun farkına vardım ve şöyle dedim kendimkendime "Mügecan koşmana gerek yok. Hiç bir şeye yetişmiyorsun. Zamanın var. Hiç bir şey yapmama hakkın olduğunu da hatırla. Ve yarıştığın bir kendin de yok ortada. Bu yüzden sakin ol ve neredesin sadece ona baksın nabzın." Kendi kendime psikologluk yapmış gibi gülmüştüm bir de sonra :) 

İşte benim minik fotoğraf makinelerim bana bunları hatırlattı ve "koşma şekerim azcık bir dur, hiç bir şey yapmak zorunda değilsin, yavaşla acık." dedi. 

Hani ağzı olsa da konuşsun denir ya bir şey için, sanırım benim makinelerin gerçekten dili varmış.

Binnetice, ara ara savaştığım ara ara seviştiğim "zaman" kardeş sadece armutları olgunlaştırmıyormuş. Şuan kocaman bir armut gibiyim :)


Esen kalın,
M.

Bu şarkı da 80'li yılların en iyi filmleri arasında gösterilen, Türkçe'ye "İlk Aşk, İlk Dans" olarak çevrilen "Dirty Dancing" filminin şahane finali. Bu şarkı ben gezegene gözlerimi açtığım yıl en iyi şarkı dalında da Oscar Ödülü'nü almış. Hadi, o zaman renk, o zaman dans!! Az yavaşla!




6 Ocak 2016 Çarşamba

Şiir var, sever misin?

Romanya, Nisan 2015
Ben arada şiir de yazıyorum. Öyle çok duyurmuyorum etrafa. Aile fertlerime, eski sevgililere, öylesine boşluğa, kurda kuşa şiir yazmışlığım vardır. Arşivde eskitiyorum onları yaşlanınca kitap yaparım diye :) Bunlar eskiyedursun...

Az önce telefonumun notlar klasörünü kurcalıyordum. Marketten alınacakları yazdığım notlar mı dersin, şu yazıyı oku diye not aldıklarım mı, yani yazın seyahat ettiğim ülkelerin dilleriyle ilgili çeşitli cümlelerden gerekli gereksiz bütün notlara kadar bir çok şey buldum. Kimilerini sildim kimilerini yine ara ara okurum diye tuttum.

ve "19 Eylül'de Budapeşte'den Oradea'ya giden 16.40 treni" diye not düşülmüş bi şiir buldum. Yer, tarih, saat notunu görmeden önce şiiri okudum , allah allah kimin şiir bu dedim. Normalde şairleri de yazarım çünkü. Biraz daha aşağıya inince gördüm ki ben yazmışım. Bir değişik oldum :) Artık o şiir burada dursun istiyorum.

Beni sıkıştıran bir zamanın içindeyim
Bir kol saati ile bir duvar saatinin aynı anda üzerime yürüdüğü bir iç...
Sıkıldıkça genişleyen ruhum mu?
Kalbime vuruyor ara sıra yelkovan
Yelkovan vurdukça yolunu buluyor akrep
Ama biraz sancı yapıyor.
Guguk kuşlu zamanların ilerleyişini özlüyorum
Zamanın akışına isyan eden kuşları arıyor gözlerim.
Viyadükler yollardan önce mi donuyor hala?
Uçamıyor kuşlar, hemzemin geçitlere takılıyorlar.
Bak yelkovan koşmaya başladı yine
Gidip akrebe haber vereceğim
Kalbime batıyor ucu.


Sevgiyle,
M.