5 Şubat 2015 Perşembe

KALP GÖSTERGESİ

Masada üç beş kitap vardı. Baş ucu lambasının da bulunduğu küçük kare masada... Her gece yatmadan evirip çeviriyordu hepsini. Bir tanesini bitirmeye niyetliyse de, henüz nihayete erememişti hiç bir kitap. Aynı anda beş kitap okuyabiliyordu O, çünkü hepsi için vakti vardı.

Vakti vardı evet, ama vakit ne demekti onun için ? Hiç saat takmazdı koluna, telefonun bile saat göstergesini kaldırmıştı ve sadece küçük tik taklı saatin sesini duymamak için gitmezdi ninesini ziyarete. İlkokuldayken öğretmeni bir anda soruvermişti. "Söyle bakalım bir yılda kaç gün var?" Günleri de pek sevmezdi ama söyleyebiliyordu. "365 gün öğretmenim." "Eksik söyledin evladım." 

Saat kaçta doğduğunu, babasının kaçta öldüğünü, ilk sevgilisiyle kaçta öpüştüğünü, Beşiktaş vapurunun kaçta kalktığını hiç bilmezdi. Ne önemi vardı ki! Vakit denen şey nasıl sığabilirdi üç beş sayının arasına! Aklı almaz alsa da, kalbiyle inanmadığı için düşünmezdi bunu. Haliyle bütün buluşmalarına da ya geç kalırdı ya da erken giderdi. Çok hoşlandığı biri vardı bir ara, onu yağmurun altında saatlerce beklettiği için başlamadan bitmişti ilişkileri. 

Sabah 9 akşam 6 işlerinde de hiç bulunmamıştı. Yoksa her gün zamanı görmek zorunda kalırdı. Bu yüzden içindeki yaratıcıyı her geçen gün daha da besler ve evinden tasarımlar yaparak kazanırdı parasını.

Onun sevmek, çalışmak, gitmek, gelmek, gezmek, öpmek ve yapmak isteyeceği şeyler için zamana ihtiyacı yoktu. O, kalbindeki göstergeyi esas alıyordu. Çok dışlanıyor, tutunamıyor, ama onun için doğru olanı yaşıyordu.

Çor yorgundu o gün, yatağına uzandı ve sonunu en çok merak ettiği kitabı aldı eline. "İki kişinin buluşması, iki kimyasal maddenin teması gibidir: Eğer herhangi bir reaksiyon varsa her ikisi de dönüşür." diyordu kitabın da alıntı yaptığı bir köşede. Çok severdi alıntılara kendinden bir şeyler eklemeyi küçüklüğünden beri, buna da dayanamadı ve ekledi:

Ve bu dönüşüm, zamanın dışında bir yerde gerçekleşir. Süresi, güneşin doğuşu kadar uzun ya da yağmurun yüzüne inmesi kadar kısa sürebilir. Ama saatlere sığdırılamazdı!

Göz kapakları ışığı almaz oldu. Küçük kare masanın üzerinde duran baş ucu lambasına uzandı eli. Kapatıverdi.


M.









3 Şubat 2015 Salı

ON İKİ KARDEŞİN HİKAYESİ



Eylül'ü uğurlamıştım bir keresinde. Yazmıştım da uğurlama hikayesini. Hepsinin hikayesini yazmadım ama Kasım'ı, Ekim'i de uğurlamışlığım var. Nedir benim bu aylarla alıp veremediğim bilmiyorum ki... Ama ayların zihnimde çeşitli şekillerde tezahür ettikleri bir gerçek.

Şubat bana hep 12 çocuklu bir ailenin tekne kazıntısı gibi gelir mesela. Sanırım bu geliş, basit bir algıyla onun diğerlerinden daha az güne sahip olmasıyla ilgili. Şubat'ın 1'i oldumuydu ben hemen dürerim Şubat'ın defterini. Sanki Şubat'ta önemli bir şey yaşayamayacakmışım gibi hissederim. 14 Şubat falan da hiç gözümde olmadığından kutlayacak bir şey de bulamam. Ama 1990 yılının Şubat ayında Yılmaz Güney'in Umut filmi İstanbul'da gösterime girmiştir. Hiç sevmeyecek olsam bile bu haylaz sevimli tekne kazıntısını sadece bu yüzden sevebilirim.

Mart bu ailenin sert ve asi erkek çocuğu. Bir türlü kontrol edilemeyen, öğretmenlerinden  sürekli şikayet gelen yaramaz ilkokul çocuğu! Kimseyi dinlemeyen özgür bir ruhu var Mart'ın. Ama bu özgürlük hep üşütür çevresini, ailesini. Bir de 1973'ün Mart'ında Aşık Veysel gidevermiş ya bu dünyadan, bu sebepten biraz da gücenikim Mart'a. Mart gelince şöyle geçiririm içimden, büyüse de olgunlaşsa artık şu çocuk! Ama sonuçta sevmek gerek. Olduğu gibi kabul etmek.... Biz seveceğiz ki o güzelleşecek. Güzelleşecek ki ısıtacak içimizi.

Ahhhh Nisan...! Ahu gözlü, beyaz tenli, ilkbaharın genç kızı dilber Ay..  12 kardeşin en alımlısı... Nisan gelince umut doluyorum ben. Yağmurlar geliyor aklıma. Sevinç yağmurları. Aşık olasım artıyor, aşıksam daha çok seviyorum. Zaten aşık olduğum adam da bu ayda lütfetmiş dünyaya, nasıl sevmem... Nisan deyince bi duruyorum ben, sonra koşuyorum arkama bakmadan.

Mayıs! Ergenlikten yeni çıkmış, bazılarının ablası, bazılarının kardeşi gözlüklü ve akıllı ay. Çok bilmiş bu Mayıs, ailenin en okumuşu. Mayıs, son sınavlarını vermeye hazırlanan, okulu dereceyle bitirecek ve sivilceleri henüz geçmekte olan genç abla. Mayıs gelince içimin ateşleri yanar benim, dilek tutar üzerinden atlarım. Evlat olsa sevilir Mayıs!

Sonra sessiz sessiz ailenin hovarda çocuğu gelir. Haziran! İlkokuldan terk, sanayide çalışan, aileye para getiren ama bir yandan da arkadaşlarıyla akşamları toplanıp kendini dağıtan genç bir delikanlıdır. Haziran gelince dağıtasım gelir benim de. Yaza giriş yapmanın mutluluğuyla bi kadeh şarap ile bir duble rakının arasında sıkışır kalırım. Bir de çiçeğe duran kirazlar meyvelere döner ya...

Temmuz, ev işleriyle ilgilenmeyi seven tam bir ev hanımı adayı. Hamarat mı hamarat, mutfak delisi bir hatun. İçim bayılır benim bu ayda, sıcak bir yandan şehir kalabalığı bir yandan, evde zaman geçirmek isterim. Hamarat sayılmam  ama yemek yapar serinlerim. Temmuz tam bir Türk kadını ay pardon Türk ayı.

Ağustos, ailesinin baskısına dayanamayıp yıllar önce evi terk etmiş şimdilerde 30'una basacak kardeşlerin en yakışıklısı. En son Hindistan'dan kart atmıştı. Sonra haber alamadılar. Ağustos'a benzerim diye korkuyorum bazen ben de, ama ben kaçmam kaçarsa aklım kaçar gerisi yalan ağlar.

Eylül! Ailenin akademisyeni. Üniversitede hocalık yapan öğrencilerin en iyi anlaştığı hoca. Çok güzel Eylül. Bakan bir daha bakar! Kardeşi Nisan ondan almış güzelliğini. İncir gibi, kavun gibi, erik gibi... Mevsimindeki meyveler gibi. Geldi mi gitmesin isterim ama gitmezse Kasım nasıl gelecek sonra.

Ekim, üç çocuklu, mühendis, evine sadık tam bir ev erkeği. Kardeşlerin üç numarası.  Mandalina, portakal, greyfurt ekşiliğinde suratsız bir ay. Ama zararı yok kimselere. Kendi halinde yaşar ve bize sezdirmeden Kasım'ı getirir, benim en sevdiğim ayı.

Kasım, emekliliğine aylar kalmış, gençliğinden beri gitmenin hayalini kurduğu Datça'dan evini almış ve taşınmayı bekleyen, ailenin en yorgun bilge abisi. Üzerinde kardeşlerinin yükü, kurumuş yaprakların ağırlığı ve narların çokluğuyla mutlu bir yaşlılık hayali kuruyor. Ben öyle seviyorum ki onu. Tanrı bilmiş olacak ki beni de bu ayda bırakmış aranıza. Ama ben aksi gibi pek dinç olurum Kasım'larda. Severim kurumuş yapraklara çıtır çıtır basmayı. Kasım canımdır, kanımdır!

Aralık! Ev hanımı, iki çocuk sahibi, saçını hem ailesine hem kardeşlerine süpürge etmiş çilekeş ay. Üzerinde kar tanelerinden kalan buz parçalarıyla yeni yıla hazırlık yapar. Abladır o, bütün kardeşlerin ablasıdır, annesidir. Geldiğiyle gittiği bir olur. Aralık'da dilekler aralarım ben de yeni yeni.  Ne severim onu sevmem. Ama iyi ki var yoksa daha az portakal yemek zorunda kalabilirdim.

Ocak mı? Unutmadım tabii ki! Evin en suskun, en içine kapanık 11 numaralı çocuğu. Sevdiği tek şey futbol oynamak. Okula gitmeyi çok sevmiyor ama dersleri de kötü değil. Kendi halinde, elini küçük tekne kazıntısına uzatıp Şubat'ı bize gönderen, pazı ve kara lahana ayı. Lahanalar aşkına Ocak nasıl geçer hiç anlamam.

Sonra gerisin geri başa döner her şey. On iki dişli bir çark kendi hikayesini yaratır her defasında ve kardeş kardeşe yaşayıp giderler.

Peki ben bunu niye mi yazdım?

Bilmem... Kendimi yazarken buldum, kendi haline bıraktım bunlar çıktı :)


M.