17 Ocak 2014 Cuma

AVOKADOLU GÜNLER


Memlekette avokado son beş altı yıldır bilinmeye başlandı. Ha tabii bunun da öncesinde Süleyman Demirel'in vakti zamanında, keskin zekasını her sabah avokado yemesine borçlu olduğunu bildirmesi durumu vardı o ayrı. Ama en çok da fiyatının yüksek olmasından ötürü bilinmemesini doğal karşılayabiliriz.

Avokado aslında benim için de zengin meyvesiydi bir süre öncesine kadar. İlk tanışmamız bir salatayla oldu. Avokado dilimleri yüzünden bütün salatamı çöpe atmak zorunda kaldığımı hatırlıyorum. Oldukça yağlı yapısını kabullenmekte zorluk çekmiştim. Ta ki bir iki ay öncesinde dur ya üstüne bir de limon sıkıp tekrar deneyeyim diyene kadar. O gün bugündür gün aşırı avokado tüketiyorum. Salata yapmaya gerek kalmadan limon sıkıp tuzla birlikte yemekten kendimi alamıyorum. Hem artık o kadar pahalı da değil. Bir çok markette ve pazarda tane olarak uygun fiyatlarla satılmakta. Alırken yumuşak olmasına dikkat edin zira sertse bu meyvenin daha ham olduğunu gösterir. Dışı kararmış olanlar çürük gibi durabilir fakat en güzeli de bu durumda olanlardır.

Limon sıkıp tuzla yiyebileceğiniz gibi sarımsaklı yoğurtla birlikte ezerek meze de yapabilirsiniz.

Gelelim bu güzel yeşil meyvenin içindekilere. Ben okuduğumda inanamadım. Siz de inanamayın. Bir meyvenin içinde nasıl olur da bu kadar çok vitamin olabilir ?
Bir kere bağışıklık sisteminizin en yakın dostu olmaya talip. Yağlı bir meyve olmasına karşın vücüdunuzdaki zararlı yağlarla savaşır. Cildin kendini yenilemesinde baş role aday. En az koyu renkli meyve ve sebzeler kadar güçlü bir antioksidan. Güçlü bir protein topu. Hele ki et tüketmiyorsanız bu eksiği kapatmaya birebir.
A, E ve B grubu vitaminlerini de içinde barındırmakta olan bu güzel meyvecik aynı anda bünyesinde fosfor, magnezyum, potasyum, demir, kalsiyum ve çinko minerallerini de bulundurmaktadır. Vejetaryen olmamak için bir sebebimiz yok aslında dedirtiyor insana. Ama neyse onu bilahare yazmak isterim.


Yemesi, tüketmesi, vitaminlenmesi bir yana meyvelerin çekirdeklerine karşı duyduğum özel ilginin beni ulaştırdığı başka bir noktadan bahsetmek istiyorum. Meyvenin kendisini yemek kadar çekirdeğine bakmak, ona dokunmak, gizliden toprağa gömmek, olabiliyorsa bir şekilde boynuma kolye niyetine takmak da en büyük zevkim. Bu avokado denen arkadaşın da çok görkemli bir çekirdeği var. Oldukça da ağır. Baktım kolye falan olmuyor, ben de dedim belki avokado üreticisi olurum. Sonuçta büyük düşünmek gerek :) 

Araştırdım, nasıl filizlendirilir, ekilir, sulanır? Oldukça kolay olduğuna karar verdiğim yöntemi iki çekirdeğe uyguladım. Yukarıda da gördüğünüz gibi çok nazik bir şekilde 4 kürdanı ortalarından bardakta tutunmasını sağlayacak şekilde batırdım. Alt tarafı suda kalacak şekilde bir bardağa koydum. Sonrasında anlatılanlara göre 4-6 hafta arası filiz verecek. Ben de sabırla bekliyorum. Fakat benim dikkat etmediğim sonra forumlarda okuduğum bir bilgiyi de aktarmak boynumun borcu. Bu çekirdekleri filizlendirirken dışındaki ince kabuğu soymayın. Zira sonrasında filiz vermiyor ya da toprağa geçirdiğinizde meyve alamıyormuşsunuz.

Gezegenimdeki avokadoyla yolculuğum burada son bulmakta. Oldukça lezzetli ve sağlıklı bir yolculuk olduğunu denerseniz siz de göreceksiniz. Yeniliklere açık değilim bunu yiyemem kusura bakma diyerek illa inat ediyorsanız da elmanızdan, portakalınızdan geri kalmayın. Hele ki virüslerin ortalıkta volta attığı şu zamanlarda.




Sağlıkla kalınız,

M.

12 Ocak 2014 Pazar

ARMAĞAN OPERASYONU


Bir süreliğine dünyadaydım, ancak gezegenime dönebildim. Bu yüzden karalayamadım uzun bir süre buraları. Dünyadaki işler oldukça yoğundu ve işin aksi hala hiç birini tamamlayamadım. Tam anlamıyla işler bitene kadar, ara ara bu uzun ayrılıklar olacak. Ama bilin ki bu kız boş durmuyor.

"Hediye Edilmiş Zamanlar"dan bahsetmek istiyorum size biraz. Armağanların sadece elle tutulur gözle görülür şeylerden oluşmadığını haykırmak istiyorum. Belki sizin de sahip olduğunuz fakat farkında olmadığınız armağanlarınız vardır, farkına varın istiyorum.

Böyle bir kavram sanırım daha önce kullanılmadı. En azından çok bilmiş google böyle bir şeyden haberdar değil. Yani şimdi adını tekrar yazacağım "Hediye Edilmiş Zamanlar" benim farkına vardığımda yarattığım bir hal, bir şey, bir kavram, bir kelimeler bütünü oldu. Artık adına her ne derseniz...

Bana sunulduğunda farketmediğim fakat kendimdeki değişiklikleri görünce jetonumun düştüğü bir gündü. Hava güneşliydi ve sonbahara doğru ilerliyordu 36°-42° kuzey parelellerindeki ülke. Kendime, doğaya, hayvanlara, durumlara, kitaplara, filmlere, gökyüzüne, güneşe, denize, eşyaya, mesleğe, sorumluluğa, paylaşmaya, müziğe, ilişkilere ve  daha yazamadığım bir çok şeye karşı bakış açım değiştikçe, beni bu değişime götüren zamanlara dönmeye karar verdim. Bilmiyorum belki de hep değişim halindeydim, ama değişimin farkına varmanın da zamanı varmış diyelim. Neyse, baktım ki bir yere varamıyorum peşine düşmeyi bıraktım. Baktım sonra, olmuyor, merak ediyorum. Bir bir tekrar gözden geçirdim hala taze olan geçmişimi. Uçuşmaya başladı sonra hepsi bir bir, direnmediler bana... Sebeplerimi bulmuştum. Aslında her şeyin bir sebebi var derken, yanılmıyormuşum. 

Her defasında bana başka gözlükler taktıran insanların, birileriyle ya da kendimle geçirdiğim saatlerin, günlerin sıradan şeyler olmadığı; hayatımda hiç yemediğim bir meyve, dokunmadığım bir ağaç, dinlemediğim bir şarkı gibi duruyordu karşımda.  Sebeplerim, armağanlarım olmuştu. Kapıma bırakılmış kutular gibi bırakılmışlardı zihnime, kalbime ve ben yine farketmeden açmışım aslında hepsini. Belki de her biri Tanrı'nın bana hediyesiydi de ben farketmemiştim, neden olmasın? 

Şimdi armağanlarıma sarılarak diyebilirim ki; tek bir farkediş bütüne ulaşmamı sağladı. Ve bütün, tahmin ettiğimden de güzelmiş. Hayatımda hiç yemediğim bir meyveyi yemiş gibi, dokunmadığım bir ağaca dokunmuş, dinlemediğim bir şarkıyı dinlemiş gibiyim. 

Bir kez farketmek yeterli, armağanlara ulaşmak için. Tek bir kez yandı mı ışık sakın söndürmeyin gidiverin peşinden. Ben de ermedim elbet benim de yolum uzun unutacağım, uyanacağım, tekrar farkına varacağım. 

Tam da armağan demişken, bir konuya daha değinmek istiyorum, müsaade edersiniz değil mi, teşekkürler :)

Şu sıralar paylaşım ekonomisi, kutsal ekonomi gibi konulara kafa yorarken bir kitaba başladım (tanıştırana, böyle de bir kitap var diyene selam olsun) Charles Eisenstein'in ilgimle müsemma kitabı "Kutsal Ekonomi ". Kitabın bir bölümünde yazanı yazmak istiyorum. Armağana bir de bu yönden bakalım diye:

      "Kutsal ekonomi ekolojinin bir uzantısıdır. Her şey kaynağına döner. Doğanın geri kalanında olduğu gibi, bizim atığımız başka bir canlının yiyeceği olur. Böyle bir ekonomiye doğal ya da ekolojik demek yerine neden "kutsal" diyorum? Armağanların kutsallığı nedeniyle. 

       Bir armağanı heba etmek ya da kötüye kullanmak, armağanı değersizleştirmek onu verene hakaret etmektir. Verdiğiniz armağan gözünüzün önünde çöpe atılırsa kendinizi hayal kırıklığına uğramış hissedebilirsiniz; kesinlikle o kişiye bir daha armağan vermezsiniz. Tanrı'ya gerçekten inanan hiç kimsenin yaratılmış şeylere kötü davranmaya cüret edemeyeceğini, bunun yerine yaşamı, dünyayı ve üzerindeki her şeyi mümkün olan en güzel biçimde kullanacağını düşünüyorum."

Siz nasıl düşünürsünüz majesteleri, haklı mı dersiniz bu adam? 


Bu arada benim gezegende işler biraz karışmış. Bir grup eylemci bisiklet hakkımız engellenmez bağırışlarıyla yürüyüş yapıyor. Bir grup yeşillik istiyoruz, kendi tarlamızda üretime geçmek hakkımız diye inletiyor ortalığı, taze anarşistler duvarlara yazıyor "İnsana, hayvana, gezegene özgürlük!". Ortalığı biraz yatıştırayım yine dünyaya dönmem gerekecek. 



BİTTİ.

Sevgiyle kalın,
M.