20 Kasım 2014 Perşembe

81 GÜNDE DEVR-İ ALEM


Bu kaçıncı oluyor hatırlamıyorum. Yazıp yazıp sildiğim, silip silip yazdığım. Yazıp yazıp paylaşmadığım, paylaşmayınca, darlandığım... Göğüs kafesimdeki kuş dışarı çıktı çıkalı toparlayamadım kalemin mürekkebini bir türlü. Ama artık bugün, doğum sancıları gelen bir kadının kıvranışı gibi ikiye katlandım içerimde. Dolmuş hissettim. Kazan gibi olmuşum da haberim yokmuş. Tel dolapta ne varsa koymuşum içine de bir suyunu koymamışım, tutacak olmuş dibini.

Hal böyleyken, ne yapalım yazmak için doğru zaman bu zamanmış demeden de edemedim. Madem şimdimiş o doğru zaman kendimi durduracak değilim.

81 gün oldu ben işi bırakalı. Tam seksen bir gündür en katıksız hallerimi yaşıyorum. Daha önce yaşamadığım duygularla, görmediğim insanlarla, okumadığım kitaplarla,  ekmediğim tohumlarla, dinlemediğim kuş sesleriyle karşılaştım. Üşümesinler diye üzerini nazikçe örttüğüm hayallerimin üzerini yine nazikçe açtım. Kurumaya yüz tutmuş bütün çiçeklerimi suladım. İçimin pencerelerini açtım, havalandırdım.  Tam seksen bir gündür böyle yaşıyorum. Ne kadar süreceğini bilmek istemediğim ve dönüş biletini almadığım bir dünya yolculuğunda gibiyim. Neler olacağını, yaşayacağımı o beş harfli sihirli kelime gösterecek. Ama ben şimdilerde şu iki harfli kelimedeyim, AN!

Karar almanın dayanılmaz hafifliği diye bir duygu da varmış onu hatırlıyorum. Yer yer hafifliğin ağırlığı çöküverse de üzerime bu ağırlığı bile özlemiş olduğumu farkediyorum. Aşık oluyorum, kalıyorum, gidiyorum ve inanmayacaksınız hiç bir şey yapmadığım oluyor. Geçenler de iki gün boyunca hiç bir şey yapmadım. Öylece oturdum. Hep bir şeyler yapmak zorunda olmadığımı hatırladım.

Bir garip haller içindeyim. Zamanların, mekanların bilindik mefhumlarının dışında hissediyorum. Susunca konuşuyor,konuşunca susuyorum. Yazarken şarkı söylüyor, şarkı söylerken yazıyorum. Eylemlerim birbirleriyle tanışıp kaynaşıyorlar. Daha iyi tanıyor herkes birbirini. Büyüyorum işte, ama büyürken küçülüyorum. Küçük bir kız çocuğu olduğum zamanların içine giriyorum. 

Ortaokullu yılların biraz sonrasında, annemden kek yapmayı öğrenmek istediğim zamanlardı. O yanımda olmadan, tek başıma yapmak istediğimi hatırlıyorum. Yanımda olmazdı o da, ama ben malzemeleri aklımda tutamadığımdan içeriden bir ses gelirdi "Üç yumurta, bir bardak süt...". Ben bütün malzemeyi çırptıktan sonra annem gelir ateşe koyardı keki. Ve ben o an dünyanın en güzel kekini yaptığımı düşünürdüm. Hiç bozmazdı beni o da ve bana dünyanın en güzel kekini yaptığımı hissettirirdi. 

Şimdilerde de böyle hissettiriyor bana bu güzel anı, dünyanın en güzel kekini fırına vermişim de pişmesini bekliyorum sanki. İşte bu yüzden büyürken küçülüyorum ben. Büyümelerimin içine hep bir bardak süt ve üç yumurta koyuyorum.

Varlık içinde varlık yaşadığım günler bunlar olsa gerek. Başıma gelmiş, kalbime değmiş her şeye ve herkese şükrediyorum.

Barışa ihtiyaç duyan coğrafyaları, o coğrafyalardaki insanları düşünüyorum. Hem yazarak hem söyleyerek çağırıyorum Barışı!

Gitmelere niyet ediyorum, daha çok sevmelere ve sevilmelere, büyürken küçülmelere...

Ve diyorum ki her birimiz dünyanın en güzel kekini yapabiliriz ve o gerçekten dünyanın en güzel keki olur yeter ki yumurtaları kıracak cesaretimiz olsun..

Esen kalın...

M.





6 Temmuz 2014 Pazar

YOLCULUK NEREYE ?

Bu defa da yolculuk nerede başlar? Nerede biter? diye sorular sorarken buluyorum beni.

Nerede başlayıp nerede bittiğini tam olarak ifade etmek çok zor.

Yolculuklarım sorgulamalarımda başlıyor olabilir, diye düşünüyorum ama şimdilerde. Ve sorguladıklarım tanıdık gelmeye başlayınca, yanıtlarını tekrar ettikçe sonuna geliyorum. Yenisi geliyor sonra ve hep bir yolculuk hali bürüyor bedenimi, zihnimi. Bir yerden bir yere gitmenin sadece fiziksel olmadığını bilmeye başlıyorum. Bu pekala bazen bir düşünceyle bazen bir kitapla bazen bir insanla bazen de bir eşekle oluyor.

Büyük bir sorumluluğu da beraberinde getiriyor bütün yolculuklar. Etrafımda olup bitenleri izlemekle sorumlu hissediyorum kendimi. Çünkü zihnim yeni olan her anıya her an'a aç. Çünkü tüm anları ve anıları gezegene yaymak istiyorum. Bunun için kafatasıma da ihtiyaç duymuyorum. Yol boyunca içim ve dışım eskisinden çok daha büyük oluyor. Gözlerim daha uzağı duyuyor ve kulaklarım daha sessizi görüyor. On dakika sonra ne olacağını kestiremiyorum ve zaman anlam veremediğim ölçüde önemini yitiriyor. Bu yüzden galiba, yolculuklarımda gün yirmi dört saatten daha uzun oluyor. Ve bir saatin kaç dakikaya denk geldiğini kestiremiyorum.

Tanıdığım onlarca renk arasında kaybediyorum kendimi her yolculukta, ve kaybettiğim beni , yabancısı olduğum binlerce tadın ve kokunun arasında yeniden buluyorum.

Başlatmak istediğim yolculuklarımı hayal ediyorum, kaç kez bir kitapla nerelere gittiğim aklıma geliyor ve kimlerle tanışacağımı bilmeden çıkacağım şeritler, beni taşıyacak mavi gök gözümün önünde beliriveriyor.

Başladığı zaman başlayacak ve bittiği zaman bitecek bütün yolculuklarıma göz kırpıyorum...

Bu yazı şimdi yolculukta olanlar ve yola koyulmak üzere olanlar içindir.

M.

2 Temmuz 2014 Çarşamba

GÖKKUŞAĞININ ÜZERİNDE, YÜKSEKLERDE BİR YER...

Yazmak için can atan kendim, yazacak kelimeleri bulamazken biraz sıkıntıya düşüyor. Bazen kelimelerden bekliyorum bazı şeyleri çünkü yorgun olabiliyorum ben de sizler gibi onlar gibi biz gibi... Bu yüzden bu defa bütün veryansınım onlara...
İstiyorum ki dünyanın bütün kelimeleri birleşip bana gelsin. Hep ben mi gideceğim onlara... Yeriniz yanım, daha fazla bekletmeyin. Ve tam da zamanı, elinizi çabuk tutun.

Ama bu yazdıklarım sayılmaz baştan söyleyeyim! Daha yenileri, hiç duymadıklarım ve ihtiyacım olanlar, söylemek istediklerim ve hissettiklerim, bildiklerim ve bilmediklerim, yeniler ve eskiler, yıpranmış da olabilirsiniz ve yıllarca birilerine ilham vermiş olmanıza da ok. Noktalarınızla, virgüllerinizle ve soru işaretlerinizle gelin,  bağlaçlarınızı da getirin ve yapım eklerinizi üzmeyeceğime söz veriyorum. İyelik eklerinizi istemiyorum ama, çünkü kimseye ait olmayın isterim. Sizden güzel cümleler kuracağıma da söz veriyorum. Ve o cümleleri söyleyeceğim güzel insanlar var sakın unutmayın...

Ne zaman gelirseniz o zaman doğru zamandır biliyorum. Daha çabuk gelin bana diye şimdi hepinizi unutuyorum...

Belki size yol gösterir, bu sözleri yazana gittiğiniz gibi gelebilirsiniz bana da..

"Gökkuşağının üzerinde, yükseklerde bir yer
Ve her ninnide bir kez düşlediklerin
Gökkuşağının üzerinde bir yerde mavi kuşlar uçar
Ve düşlediklerin, düşler sahiden gerçekleşir

Bir gün bir yıldızın üzerinde olmak isterim, bulutların ardımda kaldığı yerde uyanmak
Dertlerin limon damlaları gibi eridiği yerde
Bacaların yukarısında yükseklerde, beni bulacağın yer orası

Gökkuşağının üzerinde bir yerde mavi kuşlar uçar
Ve senin kurmaya cesaret edebildiğin hayaller, neden, neden, neden ben yapamam?
Ağaçların yeşilini ve kırmızı gülleri de görüyorum
Onların bizim için çiçek açmalarını izleyeceğim
Ve kendi kendime düşüneceğim, ne güzel bir dünya!

Mavi gökleri, beyaz bulutları ve günün parlaklığını görüyorum
Karanlığı severim, kendi kendime düşünüyorum, ne güzel bir dünya!
Gökyüzünde güzel olan gökkuşağı renkleri, geçen insanların da yüzünde
'Nasılsın?' diyerek elimi sıkan arkadaşlarımı görüyorum
Aslında 'seni seviyorum' diyorlar
Bebeklerin ağladığını duyuyorum ve büyümelerini izliyorum
Bizim bildiklerimizden çok daha fazla şey öğrenecekler
Ve kendi kendime düşünüyorum, ne güzel bir dünya!

Bir gün bir yıldızın üzerinde olmak isterim, bulutların ardımda kaldığı yerde uyanmak
Dertlerin limon damlaları gibi eridiği yerde
Bacaların yukarısında yükseklerde, beni bulacağın yer orası
Gökkuşağının üzerinde, yükseklerde bir yer
Ve senin kurmaya cesaret edebildiğin hayaller, neden, neden, neden ben yapamam?"

M.

19 Haziran 2014 Perşembe

TEK SORU TEK CEVAP

"Gelecekle ilgili planların nedir?" diye sordu bana. Daha önce hiç yüz yüze gelmemiştik ve telefonda da hiç konuşmamıştık. O Avrupa'nın ortasındaydı ve ben üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkeden yazıyordum ona. Ayrıca beni merak etmesi hoşuma gitmişti. Hiç karşılaşmama ihtimalimiz olmasına rağmen...

Ona uzun vadeli planlar yapmadığımı yazdım. Çünkü yarın ne olacağını bilmiyorum ve hayat sürprizlerle dolu diye ekledim. Sadece öğrenmek, öğretmek, paylaşmak, duymak, söylemek, üretmek, bilmek, araştırmak, okumak, yazmak, anlatmak, izlemek, gitmek, varmak, ayrılmak, dokunmak, sevmek, aşık olmak ve hayal etmek istiyorum. Tüm bunlar plan yapmama gerek bırakmıyor ve bu yüzden çok mutluyum diye bitirdim.

Sıra bendeydi ve ona planlarını sormam gerekirdi normal şartlarda. Sormadım.

Mutlu musun ? dedim yalnızca.

Mutlu musun?

M.








14 Haziran 2014 Cumartesi

EVLİYA ÇELEBİ'NİN TORUNLARIYIZ

Güney Doğu Anadolu turu Aybalam'ın uzun süredir hayallerindeydi. Bir sabah yanına gittim ve  "Hadi gidelim" dedi bana. Sıcaktan kurumak üzere olan salyangozun üzerine yağmur yağmışçasına dirildim teklifini duyunca. İnsanın buna hayır demesi için normal bir insan olması gerekirdi.

Nihayetinde biz normal değildik ve gitmeden üç hafta önce karar verdik gitmeye. Radikal bir gitmek değildi bu. Gidip, görüp gelecektik. Hiç plan yapmamıştık ve benim hiç param yoktu. Parasız nasıl geziyorlar arkadaş diyen ben, üç haftalık bir kemer sıkma politikası ve limit yükseltme kararıyla insanların nasıl gezdiğini daha iyi anlamıştım :) Zira paranın olmasını beklersen seyahatler sadece rüyalarda oluyordu.

ETS turu seçmiştik gitmek için. Ben tur şirketlerine karşı biraz ön yargılıydım ta ki dönene kadar. (Ön yargı hiç güzel bir şey değil siz yapmayın.) Bu şekilde hem az para harcayacaktık hem de daha fazla şehir görecektik. Çünkü özgürce gezmek istersek benim kemeri sıkarken boğulmam söz konusuydu.

Sonra ne olsun, aldığımız biletlerin tarihini beklemeye başladık ve zaman, pili bitmek üzere olan bir saat gibi yavaşladı. Çünkü Murphy vardı ve o size ne yapacağını iyi bilirdi. Neyse ki Murphy eziyeti de uzun sürmedi ve Ege'nin güzel mi güzel zeytinliklerinde sıkılmış zeytinyağ gibi aktı zaman ve sabah 04.15'de Gaziantep uçağında bulduk kendimizi. Ben, Aybalam ve eşek.

İlk durak ŞANLIURFA - HALFETİ
Uçaktan iner inmez tur şirketinin otobüsü ve rehber karşıladı bizi. Otobüse bindik. Bindik binmesine ama ne görelim. Bizimle birlikte gezecek olanların yaş grubu öğlen güneşi gibi yüzümüzü yakıyordu. 60-70! Biraz bisikletten düşer gibi olmadık değil. Neyse travmayı kısa tuttuk mecburen. Ama şunu yazının başında söyleyebilirim, bazı travmalar mutlu sonla biter :)
Antep Hava alanı Urfa'ya daha yakın olacak ki önce Halfeti'ye geçtik. Birecik Barajının yapılmasıyla sular altında kalan Eski Halfeti bu tur boyunca görmek istediklerim arasındaydı. Fırat'ın serin sularında tekneye binecek ve barajın sular altında bıraktığı yere kadar gidip dönecektik. Ben bunu hayal ederken bile heyecanlanırken, düşünün ki içindeyken nasıldım. Bir yanda insan yapımı bir cami kubbesinin isyanı diğer yanda yine insan yapımı bir barajın inadı ve biz insanlara rağmen doğanın zarafeti ve aynı anda insana direnişi...

Tekne suyu ikiye bölerek ilerledi ve bir uçtan diğer uca biz nasıl geçtiğini anlamadan tamamladı turunu. Biraz ilçenin içinde gezdik. Halfeti Gerdanı dedikleri köprüden geçtik. Meşhur siyah lalesini de görmek istedik ama mevsimi olmasa gerek, hiç yoktu. Siyah lale türü dünyada sadece Halfeti'de bu renkte açıyormuş. Aynı fidanı
başka bir yerde dikmeniz halinde ise bildiğimiz gibi kızarıyor kırmızı gül oluyormuş. Enteresan...

İstemezdik ama, Halfeti'nin sonuna geldik. Güzel olan her şey bitmeye mecbursa yapacak bir şey yok. Bu ilk parçaydı ve kalbimizin bir parçasını burada bırakarak devam ettik tura.

İkinci durak GAZİANTEP (GAZIAYINTAP)
Antep düzensiz merkezi ile bizi kendinden birazcık soğuttu. Sanayi şehri olduğunu bildiğimizden mi bilmem pek ısınamadık. Yöresel yemeklerini yiyelim diye girdiğimiz Çağdaş Lokantası soğumayı güçlendirdi. Ama yeni yapılan Zeugma Müzesi hala aklımda. Gözlerimizin aşina ol
duğu, Yer Tanrıçası ve tanrıların anası Gaia veya Büyük İskender olduğuna dair farklı görüşlerin dile getirildiği "Çingene Kızı" Mozaiğini gördük. Bu mozaik tek başına kapkaranlık bir odada duruyor. Girer girmez sadece gözleriyle karşılaşıyorsunuz. Etkilenmediğimizi söylersek yalan olur ama bunun dışında da bakmaktan kendinizi alamayacağınız mozaikler var. Mesela Fırat'a ismini veren Euphrates Mozaiği beni benden aldı.
Efsanaye göre Euphrates adında bir köylü savaşa katılır. Gittiği savaştan uzun bir aradan sonra köye geri döner ve karısının yanına gider. Karısının yanına gittiğinde onu yatağında bir erkekle gören Euphrates çılgına döner ve ikisini de öldürür. Yanlarına gelen köylülerden öldürdüğü oğlanın oğlu olduğunu öğrenir ve o pişmanlıkla kendini Medos Irmağı'na atarak intihar eder. O günden sonra Medos Irmağının adı "Euphrates'in atladığı nehir" anlamında Euphrates Nehri olur. Sonra Ferat sonra Fırat olarak günümüze kadar gelir. Mozaikte de Euphrates'i görürüz pişman bir halde sağ kolunun altındaki testiden de Fırat'ın suyunun aktığı söylenir.
Ahh be Euphrates öfkeyle kalkanın nasıl oturduğunu söylemediler mi sana.. Yazık oldu...

Üçüncü durak, KAHRAMANMARAŞ

Maraş için söyleyebileceğim bir şey varsa o da ilerde burada yaşayabileceğimdir. Alçak binalar, yeşil manzaralar, geniş ve ferah caddeler, e bi de sütlü mü sütlü dondurmalar... Burada yaklaşık iki saat kaldığımız için tadı damağımızda kaldı. Ama meşhur Yaşar Pastanesi'nde dondurmamızı yedik. Eminim ara sokaklardaki mahalle dondurmacıları da bir o kadar iyidir. Sonra azcık çarşısında kaybolduk derken..





Üçüncü Durak ŞANLIURFA
Urfa, Peygamberler Şehri... Hz. İbrahim'in doğduğu mağaranın, Hz. Eyyüp Peygamber'in makamının bulunduğu cilalı taş devrinden beri yerleşimin olduğu hisli şehir. Evet, hiç beklemeyeceğimiz bir şekilde Urfa kendini bize sevdirdi. Önce merkezindeki meşhur Balıklı Göle gittik.

BALIKLI GÖL
Hz. İbrahim'in ateşe atıldığı yer olarak bilinen bu gölün de elbette bir efsanesi var. Nemrut etrafına korku ve şiddet saçmaktadır. Bir gün gördüğü bir rüyayı yorumlatır ve o sene içinde doğan çocukların kendisini öldürteceğini öğrenir. Bu korkuyla o sene doğan ve doğacak bütün çocukların öldürülmesini emreder. İbrahim Peygamberin annesi Sara Hatun bir mağaraya kaçar ve orada dünyaya getirir oğlu İbrahimi. İbrahimi mağarada bulanlar onu Nemrut'un huzuruna çıkarırlar. Hiç çocuğu olmayan Nemrut İbrahimi sever ve himayesine alır. Fakat İbrahim büyüdükçe, putlara tapan Nemrut'un önüne geçmek bir yaratıcının olduğunu herkese duyurmak ister. Fakat ona bir tek Nemrut'un manevi kızı Zeliha inanır. Efsane bu ya ikisi arasında bir aşk da doğar. Bir tören günü sonunda Hz. İbrahim putları parçalamaya başlar. Ve baltasının ucunda bir putla yakalanır. Nemrut emri verir "İbrahimi ateşe atıp yakın." Halilülrahman Gölünün olduğu yere odunlar yığılır. İbrahim bir halatla yanan odunların arasına fırlatılır. Odunların arasına düşer düşmez alan göle, odunlar da balığa dönüşür. Hemen yanında küçük bir göl daha vardır. Zeliha'nın gözyaşlarından oluşan bu göl de Aynı -Zelihaa olarak anılmaya başlar.

Efsaneleri okumak, dinlemek çok keyifli. Aslında hepsinin kapısı masallara açılıyor. Belki de bu yüzden dinlemesi hoş. Ama efsaneleri doğdukları yerlerde dinlemek çok daha başka. Sadece efsane dinlemek için bile gezebilmeli insan.

Yalnız bize orada rehberlik yapan Urfalı Nurullah efsaneyi yerle bir eden bazı şeyler anlattıysa da şimdi masalı bozmayayım. Bir gün siz de gidin ve gerçekleri Nurullah'tan dinleyin :)

HARRAN
Hazır olun, burası bilimin anavatanı. Harran'ın dünyanın ilk bilim merkezlerinden olduğu bilinmektedir.
Ayrıca dünyanın ilk üniversitesi buradaymış. Harran'da da aklımız kalmadı dersek yalan olur. Belki de bunda kentin adının Sümercede ve Akatçada seyahat anlamına gelen "haran-u"dan gelmesi vardır, bilemiyorum...

Koni şeklinde 3000 yıllık Mezopotamya evleri, tuzlanma problemiyle karşı karşıya olsa da insana dirense de Harran Ovası dünya gözüyle görülecek yerlerden. Ova GAP ile kendine getirilmeye çalışılsa da, ne yazık ki bilinçsiz sulama yüzünden yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.

Urfa dediysek sıra gecesi yapmadık demeyeceğiz herhalde :) Gerçekten menemen bardağı gibi yan yana sıralanıyorsun, çok komik :) Sazlar konuşuyor sonra, sen de başlıyorsun sanki kırk yıllık gazelhan gibi. İyi ki katılmışız dedik. Bir de şunu anladım, bazı aktiviteleri ünlendikleri yerde yapmak gerekiyormuş.

Sıra geceleri daha eskiden ariflerin söze, çırakların dize, şiirlerin saza geldiği gecelermiş. Bu geceler terbiye veren ve öğreten bir yer olduğu için, bir gazelin tek hecesini yanlış okuyan bir sanatçı utancından bir daha uzun süre bu gecelere katılmazmış. Düşünün ki nasıl bir aşk...

Bir de derler ki Urfa'ya gelen ağlar giden ağlarmış. Biz ağlamadık ama tekrar gitmek için listeye yazdık bu şehri.

Dördüncü durak ADIYAMAN
Kommagane krallığının yazlık başkenti Arsemia! Büyük İskender'in İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra kurulan bu krallık m.ö. 69'dan m.s. 72 yılına kadar varlığını sürdürmüş. Etsiz çiğ köfteye de adını veren bu krallık hala capcanlı duruyor. (Çiğ köfteyle ne ilgisi var bilmiyorum :)
Adıyaman merkezi ile değil ama (çünkü merkezinde çok zaman geçirmedik) tarihi ve görkemli Tanrılar dağı Nemruduyla yıktı geçti bizi. Öncelikle Nemrut'a çıkmak için oldukça kıvrımlı ve engebeli bir yoldan çıkacağınızı bilmeniz gerekiyor. Zira mideniz birazcık hassassa işiniz zor. Eee biz azimli gezginler olarak elbette göze aldık. Yaklaşık 1,5 saatlik bir yoldan sonra Nemrut'un eteklerine ulaştık. Tam bitti derken tırmanmamız için önümüzde yaklaşık 15-20 dakikalık merdivenli bir yol olduğunu öğrendik. Yiğitliğe leke sürdürmedik ve başladık tek tek çıkmaya. Önce Karakuş Tümüllüsü karşıladı bizi. Kommagane'lilerin kraliçelerine ait anıt mezarlardan olan bu tümüllüs adını tepesindeki kuştan almaktaymış.
Sonra dağın 2150 metrelik zirvesinde bulunan beş tanrıyı temsil eden 7 metrelik devasa heykellerle karşılaştık. Değişik bir duygu dokununca binlerce yıl öncesine gidecekmişsin gibi..

Kazılarda çıkan yazıtlarda heykellerin hangi tanrılara ait oldukları yazmaktaymış. Soldan sağa, I.Antiochos (kommaganenin kurucusu), Kommagane tanrıçası Fortuna Thyce, Zeus, Apollo ve Heracles (Ares - Herkül)
Daha ne denir bilmiyorum ama gidip muhakkak göz göze gelmelisiniz hepsiyle.

Buradaki kalıntıların, heykellerin ortaya çıkmasında emeği olan Charles Sester'i unutmamalı. Yol yapım çalışmalarında mühendis olan Sester buraya yapılacak bir yol için görevlendirildiğinde bölgeyi araştırmaya koyulmuş ve üstün bir çabayla kazılara ve araştırmalara başlamış (1881). Öyle bir çaba ki dağın zirvesinde yaşamaya başlamış. Zaten bu bölgenin Kommagane krallığına ait olduğunu kanıtlayan da kendisi olmuştur. Adam aşkla bağlanmış Nemrut'a, vasiyet etmiş öldüğümde küllerimi buraya atın diye... Hikayeyi dağdan inerken duyacağınız için Sester tarafından uğurlandığınızı hissedebilirsiniz. Sakın korkmayın arkanıza dönüp göz kırpın ona...

Bu yoğun tarihsel bilgilerden sonra efsanelere gelelim. Derlermiş ki bir insan ömründe bir kere bu dağın zirvesinde güneşi batırmalı. Biz de tam şanslı olduğumuzu düşünüyorduk ki, yağmur yağmaya başladı. Güneşi batıramadık ama olsun ıslanarak indik usul usul. Belki de bu yağmur bizi çok seven beş tanrının tekrar gelmemiz için çağrısıdır kim bilir...

Anlata anlata bitiremeyeceğim sanırım çünkü burası gerçekten anlatınca çoğalan bir yer...

Beşinci durak sonunda MARDİN-MİDYAT

Eğer bir gün bir masala kahraman olarak girersem Mardin ve Midyat'ın tepesinde uzunca bir süre süzülmek istiyorum. Çok değil gün batana kadar...
Ucu bucağı olmayan tarlaların ve kıvrımlı yolların arasından geçtikten sonra, gösterdi kendini Mardin. İğne oyası gibi işlenmiş olmalıydı evler yoksa nasıl böyle görünebilirdi bu kadar uzaktan hepsi dantel gibi. Yukarıdan aşağıya doğru sıralanan evler bir amfiyi andırıyordu. Hiç bir evin diğerinin önünü kapatmaması alışık olduğumuz bir durum olmadığından ayrıca etkileniyor insan. Dicle ve Fırat'ın serin sularıyla sulanan Mezopotamya bölgesinde kayalık bir dağın eteklerine kurulmuş,  birçok kültüre ve inanışa ev sahipliği yapmış sihirli bir şehir Mardin. Eski şehir dedikleri bölgesinde zaman geçirdik önce. Müzelerini gezdik. Dar ve trafikli sokaklarında dolaştık. Sonra Aybalam'ın yine yıllardır hayalini kurduğu şahmeranı aramaya koyulduk. Ben pek sevmiyordum bu takı tuka işlerini o yüzden o bakarken ben biraz sokaklarını izledim. Bu sırada o da yıllardır aradığını bulmuştu, o narin şahmeranı..

Dünyanın ayakta duran en eski Süryani Ortodoks manastırı Mor Gabriel Manastırı uğruna düşüyoruz yollara. Çeşitli inanışları, dinleri içinde barındıran yapıları gezmekten oldum olası keyif almışımdır. Seninle aynı nefesi alıp veren binlerce insan var ve hepsi farklı şeylere inanıyor ve saygı duyuyor. İnandıklarını farklı mekanlarda farklı ritüellerle yüreğe getiriyorlar. Sonra hep birlikte insan olmanın ortaklığında buluşuyoruz. Ah bir de farklılıkların güzelliğini farkedebilsek...

Mor Gabriel (Deyrulumur) Manastırı 397 yılında Süryanilerin ana vatanı olarak bilinen Turabdin bölgesinde Mor Şmuel ve Mor Şemun tarafından kurulmuş. Dünya'nın en eski manastırlarından olan Mor Gabriel'in 1600 yıllık tarihiyle hala ayaktayım dediğini görüyorsunuz. Hristiyanlık için ikinci Kudüs olarak da adlandırılan manastır günümüzde halen aktif. Öğrencileri ve çalışanları var. Mimariden anlamayanların bile manastırdan çıkana kadar bakmaktan kendini alamayacağı güzellikte motifler var. Biz de kendimizi alamadık birazımızı orada bıraktık ve indik ağaçların gölge yaptığı yoldan. Ben gittiğim yerlerden taş, dal, kozalak, yaprak toplamayı çok severim. Bilenler bilir sonra onları bir araya getirip kolyeler yaparım. Manastırın bahçesinden kozalaklar topladım küçük küçük, bir tanesi kolye oldu gerdanımda duruyor. Baktıkça hatırlamak ne güzel...

İnsandık ve yorulmuştuk. O gece güzelce dinlendik. Midyat'a geçtik sabahın erken saatlerinde. Midyat'ın merkezinde dolaştık. 15 dk'da bitiyor ama o taş yapıların arasında dolaşıp şimdilerde Devlet konuk Evi olan konağın terasından seyreyleyince Midyat'ı, donsun istiyorsun zaman. Keşke daha uzun kalabilseydik ve orada bir eve tanrı misafiri olabilseydik. Neyse nankörlük etmeyeyim, Urfa için tekrar geleceğiz demiştik ya hemen altına yazdık Mardin'i.

Altıncı Durak BATMAN-HASANKEYF

"Oksijeni olmaktasın yine de
 Yüzü sana dönük
 Saksıdaki son çiçeğin
 Ve de bizlerin"

Hasankeyf oksijen, Hasankeyf saksıdaki son çiçek, Hasankeyf leylek, Hasankeyf tarihin cilalı rafı... Çok utanıyorum onu orada öylece bırakıp geldiğimiz için. Hiç bir şey yapamadığımız için ve sular altında kalacağını bile bile bağıramadığımız için! Kundakta bir bebeği öylece bırakmışız gibi döndük, belki son görenleri olabilirsiniz dedi rehber. Fotoğraf çektik, birbirimize sarıldık bir de öyle girdik küçücük bir karenin içine.


Hasankeyf Batman'a bağlı Dicle Nehrinin ayırdığı bir harikalar diyarı. Burayı Artuklular'dan (1232) alan Eyyubiler bölgeye hakim olacakları sırada Moğol istilasına uğrarlar, bölge yoğun bir tahribat yaşar. Bir çok yerleşim yeri gibi burası da alt üst olur. İstiladan sonra 14. yy da şehri yeniden inşa eden Eyyubiler bir çok esere imza atarlar.

Fotoğrafta gördüğünüz Hasankeyf Köprüsü ve sol yanda El-Rızk Cami'nin çift merdivenli minaresi. Köprünün üzerinde herhangi bir kitabe olmadığından yapılış tarihi bilinmiyor. Ama köprünün Artuklular'dan kaldığını ileri süren kaynaklar mevcut. Hasankeyf'in Müslümanların eline geçmesini anlatan bir kaynakta burada açılıp kapanan bir köprüden bahsedilirmiş. Bu sebeple köprünün antik dönemlere ya da Artuklulara ait olduğu düşünülmekte.

Ne kadar kalırsan kal, ne kadar bakarsan bak doyamayacaksınız buraya. Evlat gibi...

Yedinci durak DİYARBAKIR (DİYARBEKİR)
Şehrin çok içine girmeden On Gözlü Köprüyü gördük. Surlarını takip eden yolda ilerledik. Bu arada Mardin Kapı Şen olurdaki kapı Diyarbakır'daki sur kapılarından birinin ismiymiş. Ben de Mardin'de Mardin Kapı Şen olur diye kapıların önünde fotoğraf çektiriyordum :) Olsun ama bilmemek ayıp değil :)

Sekizinci durak KAYSERİ
Erciyes Dağı daha biz Kayseri'ye girmeden şehri de arkasına alarak buyur etti bizi. Bu arada gezdiğimiz bütün şehirler bizimle konuşuyor gibi anlatıyorum ama ne yapayım konuşuyorlar ya da biz dinlemeyi seviyoruz :)

Kayseri bir üniversite şehri de olduğundan olacak oldukça dinamik bir şehir. Ama yine de burada yaşamak istemem. Biraz sokaklarında dolaştık. Mantısı meşhurmuş, yedik (hiç bir numarası yok). Sonra şehrin göbeğindeki Döner Kümbeti görmek için yakınına gittik. 1276 yılında Anadolu Selçuklu sultanı I. Alaeddin Keykubad kızı Şah Cihan Hatun için yaptırmış.

Ne babalar varmış diyeceğim ama yedi cihan bir araya gelse babamı kimselere vermem varsın adıma kümbet olmasın.

Ve son durak KAPADOKYA
Sanki bir heykeltraş gelmiş ve bütün bu yöreyi eliyle şekillendirip gitmiş. Mardin'de bir masal kahramanı olup süzülmek istemiştim Kapadokya'da ise masal olmak istedim. Masalın ta kendisi. Zaten eski ismi de Pers dilinde "Güzel Atlar Ülkesi" masal ismi gibi değil mi?

Kapadokya; Erciyes, Hasandağı ve Güllüdağ'ın püskürttüğü lav ve küllerin oluşturduğu yumuşak tabakaların milyonlarca yıl boyunca yağmur ve rüzgar tarafından aşındırılmasıyla ortaya çıkmış.

Kapadokya'ya akşam vardığımız için turu ertesi gün yapacaktık. Akşam Türk gecesi varmış danslı manslı oraya gitmek için hazırlandık. Birbirinden farklı yöresel oyunlar ve danslarla tam bir görsel şölen yaşadık. Sonra hadi biraz kurtlarınızı dökün dediler bize, ee tabii kurt dökmeyi seven biri olarak atıldım. Gecenin sonunda kendimi pistte Türk Japon ilişkilerimizi kuvvetlendirmek adına bir Japon ablayla dans ederken buldum :)

Ertesi gün olacak Kapadokya turundan önce sabah erkenden isteyenlerin balon turuna katılabileceğini söylediler. Gezinin başından beri bildiğim bir şeydi fakat pahalı olduğundan aklımdan çıkarmaya çalışmıştım. Amma velakin bu kız durur mu ! Aybalam ayağım yerden kesilmesin diyenlerden olduğu için yerde buluşmak üzere ayrıldım odadan. Paraları denkleştirip kendimi balonda buldum sabah 6'da. Ve sonra dedim ki aferin kız Müge :)
Ölmeden önce yapılacak 12326459 şeyden biri. Kuş olamadım ama kuş kadar yükseldim... Bir kez daha kafamı eğerek selam verdim doğaya, onun taşına toprağına..

Uçmanın getirdiği açlıkla sıkı bir kahvaltı yaptık ve Kapadokya Açık Hava Müzesi için yola koyulduk. Peri bacaları, kaya içine oyulmuş manastırlar, kiliseler, şapeller, mutfaklar.. Hobbitlerin köyü gibi :) Nasıl anlatılır bilmiyorum ama sanki dün yapılmış gibi capcanlı duran o freskleri gidip görmelisiniz, yürümelisiniz 1000 yıl önce birilerinin manastırdan mutfağa yürüdüğü o yolları.

Tek kelimeyle mükemmel bir yer. Urfa ve Mardin'den sonra listeme büyük harflerle yazdım burayı. Tekrar gelip sadece burada kaybolmak istiyorum.

Dönüşü otobüsle yapacaktık ve yol üzerinde Tuz Gölüne de uğradık. Sanki bulutlara basıyormuş gibi oluyorsun. Bir gün giderseniz yalın ayak basın suyuna ..

Hiç sormuyorsunuz yolculuktaki amcalarla teyzelerle geçinebildiniz mi diye :) Yol boyunca bir sürü emekli arkadaşımız oldu diyebilirim. Öğretmen, ebe, mimar, gezgin... Mehmet amca, Emine Teyze ve diğerleri çoğu kez bizden daha enerjiktiler. Birlikte yemek yedik, sohbet ettik. Mehmet amcanın her şeyi merakla izleyişine, gayretine ve hanımına duyduğu aşka aşık olduk. Hayat sürprizlerle doluydu ve biz sürpriz dolu bir kutunun içine düşmüştük.

Sonra ne mi oldu tabii ki İstanbul'a döndük! Taşında toprağında altın var diye yıllardır kandırıldığımız İstanbul'a! Neyse ki gönlümüz genişlemişti, ülkemizin gitmediğimiz yerlerinde görmediğimiz insanlar kazınmıştı hafızamıza...

İki üç gün uyum sorunu yaşadık tabii. Ama başka seyahatler vardı daha yapılacak, görülecek yerler, kurulacak hayaller vardı, bunları düşününce rahatladık..

ÖNERİLER

1)GAP turunun yapılabileceği en güzel tarihler Nisan ayının ilk iki haftası ve Eylül'ün son iki haftası. Aralarda giderseniz seyahatinizden verim alamayabilirsiniz. Biz 23 Nisan haftası gittik ve ultra verim aldık :)

2)Fazla et yemeyin! Zira vücut buna isyan ediyor ve en az bir geceniz heba oluyor. Tecrübeyle sabit..

3)Seyahatinizi yapacağınız yoldaşınızı iyi seçin. Ben Aybalam'ı kimselere vermem :)

4)Gittiğiniz yerlerde notlar tutun. Sonra okuması çok keyifli. Tarihsel bilgilerden bahsetmiyorum. Sizi etkileyen yerlerde duygularınızı hemen yazın.

5)Çok sıcaklıyor insan, yanınıza fazla t-shirt alın.

6)Paranızın olmasını sakın beklemeyin. Zira hem hiç bir zaman paranız olmayacak hem de kıt kanaat yapılan gezmeleri tadından yiyemeyeceksiniz :)

7)Gittiğiniz yerlerden sevdiklerinizi arayın.

8)Dokunabiliyorsanız gittiğiniz yerlerin toprağına dokunun.

9)Fotoğraf yanında videolar çekin. Daha kalıcı oluyor.

10)Okuyamayacağınızı bilseniz de yanınıza en sevdiğiniz kitabınızı alın.

11)Hiç paranız olmayabilir ve gerçekten hiçbir yere gidemeyebilirsiniz. Ama bir kere olsun evinize hiç kullanmadığınız bir yoldan, geçmediğiniz bir sokaktan geçip gidin.

Çünkü seyahatin küçüğü büyüğü olmaz :)


Son olarak bu yazıyı da buraya kadar sabırla okuduysanız tebrik ederim. Çok sabırlıymışsınız.. Ben olsam sıkılıp yarıda bırakırdım :)


Hep aşkla, sevgiyle ve heyecanla kalın,
M.

Not: İki mozaik fotoğrafı dışında, fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir. 
















11 Mart 2014 Salı

EKMEK ALMAYA GİDEN ÇOCUK

Hani bazen düğümleniverir, serçe parmağından başlar,  sen yutkundukça yukarı doğru çıkar düğüm. O düğümü kimin attığını bilirsin de koşamazsın arkasından. Serçe parmağın morarmaktadır. Nefes alışların değişir. Can havli derler ya hani tam öyle bir şey.. Boğulacak gibi hissedersin de boğulamazsın, ölsem de kurtulsam dersin ölemezsin, düğümü atanın ardından koşamazsın...

Evde ekmek kalmamıştır. Al şu parayı der annen, bir ekmek al da gel. Üstüyle ne yapacağını düşünürsün bakkal ile ev arasındaki o kısacık mesafede. Çünkü o kadar safsındır, aklına başka hiçbir şey gelmez... O sofraya o ekmeği götüremeden.. paranın üstüyle aldığın cikleti çiğneyemeden... O güzel mis kokulu esmer saçlarının arasından bir şey geçer... sen atamadığın gol yüzünden yere düştüm sanırsın, uçurtmanın ipini alacaksındır yerden .. değilmiş meğer... Beyin hücreleri kötülükten başka hiçbir şeye çalışmayan, elleri zaten insan öldürmekten kirlenmiş sadece nefes alıp verenler tarafından dilim varmıyor söylemeye işte...

Sonra düğüm iyice yakmaya başlar canını, kement olmuştur, etini yırtar, bütün tükürüğünü emer... Artık koşmak zamanıdır! Bir kuvvet tek bir nefes alırsın tükürmek için... Atarsın o kirli ve paslı düğümü ... Boğazından, ülkenden, özgürlüğünden, hayatından, zihninden, fikirlerinden, bedeninden, sözlerinden, dünyandan, gezegeninden... Atmak zorundasın! atmazsan eğer daha çok boğulacağını bilirsin. Daha çok boğulacaksın bil!

Berkin, annemin doğurmadığı kardeşim! Ali gibi , Mehmet gibi, Abdullah gibi, Ethem gibi, Medeni gibi, Ahmet gibi...

Şimdi diller lal, duyma sen konuştuklarımızı.. Bu defa boğazımı yakan başka bir şey...  Ve artık tek düğüm senin uçurmaya çalıştığın beyaz renkli uçurmanın ipinde..


M.








28 Şubat 2014 Cuma

EKŞİ MAYALI VE EPPEKLİ GÜNLER


Hanidir yazamadım ama dedim ki, artık tam zamanı !

Gezegenimden yine çok güzel işler için ayrıldım. Benim gezegende ekmek biraz pahalı ve katkılı, dedim ki komşu gezegenlerden bunun nasıl yapıldığını öğreneyim. Velhasılı gezdim, denedim derken ortaya çok güzel sonuçlar çıktı. Eeeee paylaşmadan olur mu hiç :)

Ekşi maya yapımında ilk beş gün çok önemli. Zaten bu tarifte de dikkat edeceksiniz 5 günlük bir süreç var, sonrasında hep aynı.

* Maya yapımına başlamadan önce yazının tümünü okuyunuz lütfenJ


1.Gün
115 gr tam buğday unu
15 gr esmer şeker (yoksa beyaz da olur)
5 gr Bal
2 çorba kasesi kuru üzüm (Tepeleme değil ama)
250 ml su
Kuru üzümleri ılık suda 20-30 dk beklet ve o sudan 250 ml elde et. (aşağıda ölçüler var) Sonra bu üzümün içinde bulunduğu suyu ve diğer malzemeleri  geniş ve kapaklı bir kapta karıştır. 1 gün oda sıcaklığında beklet.

2.Gün
115 gr ekmeklik un
2 gr esmer şeker
5 gr bal
135 ml su
Tüm malzemeyi dünkü karışıma ekle ve karıştır 1 gün dışarıda beklet.

3.Gün
230 gr un
2 gr şeker
5 gr bal
135 ml su

Tüm malzemeyi bir önceki karışıma ekle karıştır ve 1 gün beklet.

4.Gün
230 gr un
150 ml su

Tüm malzemeyi bir önceki karışıma ekle karıştır ve 1 gün beklet.

5.Gün
500 gr un
350 ml su

Tüm malzemeyi bir öncekine ekle ve karıştır, üzeri biraz hava alacak şekilde bir gün dışarıda beklet ve ertesi gün dolaba koy.

Detaylar:

Bundan sonra, maya için yapılacak işleme maya besleme deniyor. Ve artık bu güzel mayanın 3 – 4 – 5 – 6 günde bir beslenmesi lazım. Çünkü içindeki mikroorganizmalar unu ve suyu bitiriyor yenisine ihtiyaç duyuyor. Eğer çok beslerseniz ya da uzun süre beslemezseniz  ölürler :( (ki bunu hiç istemeyiz..) yani mayanız bozulur.

Diğer bir detay da; bu mayanın içinden ortalama 15 günde bir maya kullanmanız gerek yani isterseniz ekmek yapın, isterseniz komşunuza verin isterseniz atın. Elbette atmak en son tercihimiz.Hatta siz böyle bir şey olmuyormuş varsayın. Ama muhakkak içinden bir parça kullanmalısınız. Çünkü sürekli aynı organizmalar bir arada yaşamıyor kendilerine yeni arkadaşlar yaratmak istiyorlar, sebebini de açıklamış oldum J

Gelelim bu mayanın nasıl besleneceğine:

4 birim un 3 birim su kullanacaksınız. Yani bu ne demek? Örneğin 4 yemek kaşığı un koyduysanız 3 yemek kaşığı su koyacaksınız. Biriminiz her neyse (kase , bardak vs.). İsterseniz bunu yarıya da indirebilirsiniz yani 2 birim un 1.5 birim su gibi. Ölçülerine eşit davrandığınız sürece katlarını alabilir ya da bölebilirsiniz.

Siz beslemeye ilk aşamada 2 su bardağı un bir buçuk su bardağı su ile başlayın. Sonra zaten aranızda bir bağ oluşacak ve onun acıkıp acıkmadığını anlayacaksınız J Çocuğunuz gibi bile olabilir zira benim öyle oldu J

O’na özen gösterir, ilgilenirseniz senelerce size ekmek verebilir (vefaya bak arkadaş) J

Bir şey daha eklemek isterim. Yukarıda hep gramaj kullandık bunun için tartıya ihtiyaç var ama herkesin evinde tartı yok elbet. Gerçi almanızı öneririm, çok pahalı bir gereç değil. Çünkü tartarak koymak daha garanti ama yoksa da vazgeçmek yok. Standart bir su bardağını baz alarak bu ölçülerle deneyebilirsin.
   
                                1 su bardağı un = 140 gr
                                1 su bardağı su = 240 gr
                                1 tatlı kaşığı toz şeker = 6 gr
                                1 yemek kaşığı bal (veya pekmez) = 20 gram (bu tarifte kaşığın ¼ ünü kullan)
                                1 su bardağı ekşi maya = 200 gr

Bu ölçüler burada çok daha çeşitli belki diğerlerine de ihtiyacınız olabilir J (http://cafefernando.com/turkce/olculer/)

Gelelim bu mayayla yapacağınız eppeğin tarifine J (eppek=ekmek)

EKŞİ MAYALI EPPEK
750 gr un
350 gr ekşi maya
12 gr tuz
8 gr esmer şeker /pekmez(bence pekmez)
300 gr su
İsteğe göre içine kekik, kuru domates, ceviz, badem .. artık yaratıcılığınıza kalmış. Ama ben kuru domates koydum yemelere doyamadım.


Yapılışı: Tüm malzemeyi ekşi mayaya ekleyip yoğurun. 5 – 6 saat sıcak bir yerde mayalanmasına izin verin. Anane usulü üzerine battaniyeyle örtebilirsinizJ Mesela ben ilk denememde mayalandırmadan direk fırına koydum golf topu gibi bir ekmek çıkardım (sert ve kabarmamış) Siz benim hatalarımdan ders çıkarın işte J Neyse, sonra 200 C’de pişirin.

Not 1: Benim evdeki fırınım mini fırın olduğu için ben bu ekmek tarifinin ölçülerini yarıya indirdim. Siz ekipmanınıza göre tam ölçü yapabilirsiniz.
Not 2: Maya soğuktayken uyku halinde olur ve büyümesi çok hızlı olmaz. Sizinse ekmeğinizi yaparken mayanın uyanıp çoğalmasına ve ekmek hamurunu büyütmesine ihtiyacınız var. Bu yüzden ekmek hamurunu oluşturmadan önce mayanızı dolaptan çıkarın ve 2 saat kadar dışarıda bekletin. Ya da hamurun içine koyacağınız su biraz ılık olsun. Sıcaklık onu uyandıracaktır. Bu şekilde daha iyi sonuç alırsınız.

Çok ekmeğiniz olursa ve tüketemeyecek olursanız, dilimleyip buzluğa atın ısıtınca da güzel oluyormuş :) (bunu henüz yapmadım)

Gelelim en önemli bölüme;
Bu tarifi paylaşabileceğiniz, potansiyel gördüğünüz herkesle paylaşın J Artık evde ekmek yapmanın zamanı geldi de geçiyor.

Bir de efsaneye göre mayanızı severseniz ekmeğiniz çok daha güzel kabarırmış. Efsane olsa bile siz yine de sevin :)

Son olarak ben ilk ekmeğimi oturup tek başıma yemiştim. Doğal ekmek derken kilo almamaya da dikkat etmeli J

Sormak istediğiniz bir şey olursa mutlaka sorun, bilmiyorsam da öğrenir yanıtlarım.

Afiyet olsun,
Sevgiler,

Teşekkür: Baştan sona bütün bildiklerini aktaran, beni maya yapmaya teşvik eden Soner Şef'e sonsuz teşekkürler...


M.

17 Ocak 2014 Cuma

AVOKADOLU GÜNLER


Memlekette avokado son beş altı yıldır bilinmeye başlandı. Ha tabii bunun da öncesinde Süleyman Demirel'in vakti zamanında, keskin zekasını her sabah avokado yemesine borçlu olduğunu bildirmesi durumu vardı o ayrı. Ama en çok da fiyatının yüksek olmasından ötürü bilinmemesini doğal karşılayabiliriz.

Avokado aslında benim için de zengin meyvesiydi bir süre öncesine kadar. İlk tanışmamız bir salatayla oldu. Avokado dilimleri yüzünden bütün salatamı çöpe atmak zorunda kaldığımı hatırlıyorum. Oldukça yağlı yapısını kabullenmekte zorluk çekmiştim. Ta ki bir iki ay öncesinde dur ya üstüne bir de limon sıkıp tekrar deneyeyim diyene kadar. O gün bugündür gün aşırı avokado tüketiyorum. Salata yapmaya gerek kalmadan limon sıkıp tuzla birlikte yemekten kendimi alamıyorum. Hem artık o kadar pahalı da değil. Bir çok markette ve pazarda tane olarak uygun fiyatlarla satılmakta. Alırken yumuşak olmasına dikkat edin zira sertse bu meyvenin daha ham olduğunu gösterir. Dışı kararmış olanlar çürük gibi durabilir fakat en güzeli de bu durumda olanlardır.

Limon sıkıp tuzla yiyebileceğiniz gibi sarımsaklı yoğurtla birlikte ezerek meze de yapabilirsiniz.

Gelelim bu güzel yeşil meyvenin içindekilere. Ben okuduğumda inanamadım. Siz de inanamayın. Bir meyvenin içinde nasıl olur da bu kadar çok vitamin olabilir ?
Bir kere bağışıklık sisteminizin en yakın dostu olmaya talip. Yağlı bir meyve olmasına karşın vücüdunuzdaki zararlı yağlarla savaşır. Cildin kendini yenilemesinde baş role aday. En az koyu renkli meyve ve sebzeler kadar güçlü bir antioksidan. Güçlü bir protein topu. Hele ki et tüketmiyorsanız bu eksiği kapatmaya birebir.
A, E ve B grubu vitaminlerini de içinde barındırmakta olan bu güzel meyvecik aynı anda bünyesinde fosfor, magnezyum, potasyum, demir, kalsiyum ve çinko minerallerini de bulundurmaktadır. Vejetaryen olmamak için bir sebebimiz yok aslında dedirtiyor insana. Ama neyse onu bilahare yazmak isterim.


Yemesi, tüketmesi, vitaminlenmesi bir yana meyvelerin çekirdeklerine karşı duyduğum özel ilginin beni ulaştırdığı başka bir noktadan bahsetmek istiyorum. Meyvenin kendisini yemek kadar çekirdeğine bakmak, ona dokunmak, gizliden toprağa gömmek, olabiliyorsa bir şekilde boynuma kolye niyetine takmak da en büyük zevkim. Bu avokado denen arkadaşın da çok görkemli bir çekirdeği var. Oldukça da ağır. Baktım kolye falan olmuyor, ben de dedim belki avokado üreticisi olurum. Sonuçta büyük düşünmek gerek :) 

Araştırdım, nasıl filizlendirilir, ekilir, sulanır? Oldukça kolay olduğuna karar verdiğim yöntemi iki çekirdeğe uyguladım. Yukarıda da gördüğünüz gibi çok nazik bir şekilde 4 kürdanı ortalarından bardakta tutunmasını sağlayacak şekilde batırdım. Alt tarafı suda kalacak şekilde bir bardağa koydum. Sonrasında anlatılanlara göre 4-6 hafta arası filiz verecek. Ben de sabırla bekliyorum. Fakat benim dikkat etmediğim sonra forumlarda okuduğum bir bilgiyi de aktarmak boynumun borcu. Bu çekirdekleri filizlendirirken dışındaki ince kabuğu soymayın. Zira sonrasında filiz vermiyor ya da toprağa geçirdiğinizde meyve alamıyormuşsunuz.

Gezegenimdeki avokadoyla yolculuğum burada son bulmakta. Oldukça lezzetli ve sağlıklı bir yolculuk olduğunu denerseniz siz de göreceksiniz. Yeniliklere açık değilim bunu yiyemem kusura bakma diyerek illa inat ediyorsanız da elmanızdan, portakalınızdan geri kalmayın. Hele ki virüslerin ortalıkta volta attığı şu zamanlarda.




Sağlıkla kalınız,

M.

12 Ocak 2014 Pazar

ARMAĞAN OPERASYONU


Bir süreliğine dünyadaydım, ancak gezegenime dönebildim. Bu yüzden karalayamadım uzun bir süre buraları. Dünyadaki işler oldukça yoğundu ve işin aksi hala hiç birini tamamlayamadım. Tam anlamıyla işler bitene kadar, ara ara bu uzun ayrılıklar olacak. Ama bilin ki bu kız boş durmuyor.

"Hediye Edilmiş Zamanlar"dan bahsetmek istiyorum size biraz. Armağanların sadece elle tutulur gözle görülür şeylerden oluşmadığını haykırmak istiyorum. Belki sizin de sahip olduğunuz fakat farkında olmadığınız armağanlarınız vardır, farkına varın istiyorum.

Böyle bir kavram sanırım daha önce kullanılmadı. En azından çok bilmiş google böyle bir şeyden haberdar değil. Yani şimdi adını tekrar yazacağım "Hediye Edilmiş Zamanlar" benim farkına vardığımda yarattığım bir hal, bir şey, bir kavram, bir kelimeler bütünü oldu. Artık adına her ne derseniz...

Bana sunulduğunda farketmediğim fakat kendimdeki değişiklikleri görünce jetonumun düştüğü bir gündü. Hava güneşliydi ve sonbahara doğru ilerliyordu 36°-42° kuzey parelellerindeki ülke. Kendime, doğaya, hayvanlara, durumlara, kitaplara, filmlere, gökyüzüne, güneşe, denize, eşyaya, mesleğe, sorumluluğa, paylaşmaya, müziğe, ilişkilere ve  daha yazamadığım bir çok şeye karşı bakış açım değiştikçe, beni bu değişime götüren zamanlara dönmeye karar verdim. Bilmiyorum belki de hep değişim halindeydim, ama değişimin farkına varmanın da zamanı varmış diyelim. Neyse, baktım ki bir yere varamıyorum peşine düşmeyi bıraktım. Baktım sonra, olmuyor, merak ediyorum. Bir bir tekrar gözden geçirdim hala taze olan geçmişimi. Uçuşmaya başladı sonra hepsi bir bir, direnmediler bana... Sebeplerimi bulmuştum. Aslında her şeyin bir sebebi var derken, yanılmıyormuşum. 

Her defasında bana başka gözlükler taktıran insanların, birileriyle ya da kendimle geçirdiğim saatlerin, günlerin sıradan şeyler olmadığı; hayatımda hiç yemediğim bir meyve, dokunmadığım bir ağaç, dinlemediğim bir şarkı gibi duruyordu karşımda.  Sebeplerim, armağanlarım olmuştu. Kapıma bırakılmış kutular gibi bırakılmışlardı zihnime, kalbime ve ben yine farketmeden açmışım aslında hepsini. Belki de her biri Tanrı'nın bana hediyesiydi de ben farketmemiştim, neden olmasın? 

Şimdi armağanlarıma sarılarak diyebilirim ki; tek bir farkediş bütüne ulaşmamı sağladı. Ve bütün, tahmin ettiğimden de güzelmiş. Hayatımda hiç yemediğim bir meyveyi yemiş gibi, dokunmadığım bir ağaca dokunmuş, dinlemediğim bir şarkıyı dinlemiş gibiyim. 

Bir kez farketmek yeterli, armağanlara ulaşmak için. Tek bir kez yandı mı ışık sakın söndürmeyin gidiverin peşinden. Ben de ermedim elbet benim de yolum uzun unutacağım, uyanacağım, tekrar farkına varacağım. 

Tam da armağan demişken, bir konuya daha değinmek istiyorum, müsaade edersiniz değil mi, teşekkürler :)

Şu sıralar paylaşım ekonomisi, kutsal ekonomi gibi konulara kafa yorarken bir kitaba başladım (tanıştırana, böyle de bir kitap var diyene selam olsun) Charles Eisenstein'in ilgimle müsemma kitabı "Kutsal Ekonomi ". Kitabın bir bölümünde yazanı yazmak istiyorum. Armağana bir de bu yönden bakalım diye:

      "Kutsal ekonomi ekolojinin bir uzantısıdır. Her şey kaynağına döner. Doğanın geri kalanında olduğu gibi, bizim atığımız başka bir canlının yiyeceği olur. Böyle bir ekonomiye doğal ya da ekolojik demek yerine neden "kutsal" diyorum? Armağanların kutsallığı nedeniyle. 

       Bir armağanı heba etmek ya da kötüye kullanmak, armağanı değersizleştirmek onu verene hakaret etmektir. Verdiğiniz armağan gözünüzün önünde çöpe atılırsa kendinizi hayal kırıklığına uğramış hissedebilirsiniz; kesinlikle o kişiye bir daha armağan vermezsiniz. Tanrı'ya gerçekten inanan hiç kimsenin yaratılmış şeylere kötü davranmaya cüret edemeyeceğini, bunun yerine yaşamı, dünyayı ve üzerindeki her şeyi mümkün olan en güzel biçimde kullanacağını düşünüyorum."

Siz nasıl düşünürsünüz majesteleri, haklı mı dersiniz bu adam? 


Bu arada benim gezegende işler biraz karışmış. Bir grup eylemci bisiklet hakkımız engellenmez bağırışlarıyla yürüyüş yapıyor. Bir grup yeşillik istiyoruz, kendi tarlamızda üretime geçmek hakkımız diye inletiyor ortalığı, taze anarşistler duvarlara yazıyor "İnsana, hayvana, gezegene özgürlük!". Ortalığı biraz yatıştırayım yine dünyaya dönmem gerekecek. 



BİTTİ.

Sevgiyle kalın,
M.